Kuklalar sevimlidir. İnsanları güldürür, inanılmaz işler yaparlar. Kuklalar gülmez, konuşmaz, ağlamaz, bağırmaz acı çekmezler, duyguları yoktur. Ama biz onların güldüğünü, konuştuğunu, ağladığını, acı çektiklerini sanırız.
Kuklalar ister bezden olsun, ister poliüretan, ister plastik, ister metal, ister giyinik, ister çıplak, ister fötr şapkalı, ister üniformalı, ister takım elbiseli, ister mini etekli... Fark etmez. Süslenseler de, püslenseler de, ağızlarını oynatsalar da, gözlerini açsalar da kuklanın canı yoktur, ruhu yoktur.
Kuklacı onları istediği kılığa sokup iplerini çekerek istediği gibi oynatır. Biz ipleri görmeyiz, yada görmek istemeyiz. Ama tabi söz konusu olan el kuklası ise onun zaten ipi bile yoktur. Kuklacı el kuklasını eldiven gibi ellerine geçirip elleriyle oynatır.
Kuklacıları ise hiç görmeyiz. Perde arkasındaki kuklacı sahnenin üstünde ve seyircilerin göremeyeceği bir yerde, kukla köprüsüne çıkarak kuklaları oynatır. Kuklacı oyun bittikten sonra sahneye çıkar ve alkışları o alır. İşi biten aktör kuklalar bir kutuya konur ve gelecek gösteriye kadar orada tutulur.
Biz toplum olarak kuklaları çok severiz. Onların eylem ve söylemlerini zevkle ve heyecanla izleriz. Sabah akşam onlardan söz ederiz. Çılgınlıklarına, cesaretlerine, giyimlerine ve yaptıkları işlere hayran kalırız. Ve onlara benzemeye çalışırız. Sonunda hepimiz birer ipsiz kukla oluruz.
Kuklalar bazan kukla olduklarını unutur.
Kendiliklerinden bir şeyler yapmaya, bir şeyler söylemeye çalışırlar. Hatta ipler olmadan özgürce hareket edebileceklerine inanırlar, öyle ki, kuklacıya bile kafa tutmaya ve ondan bağımsız hareket etmeye kalkışırlar.
Bu kuklanın sonu demektir. Tarihin çöplüğü bağımsız olmaya kalkışan kukla paçavralarıyla doludur. Zamanı geldiğinde kuklacı yepyeni, çağdaş, postmodern, daha sevimli ve çekici kuklaları toplumun nabzına göre şerbeti ayarlayıp sahneye sürmeye başlar.
Herşeye rağmen kuklasız yapamayız işte. Kuklalar asla ölmez ve ölemezler. Çünkü onların canı ve ruhu yoktur. Ama biz öldüklerini zannederiz.