Kızılay da yürüyorum annemle birlikte, Nisan’ın 23’ü. Ufak bir sahne kurulmuş, ya da çocukların yanında sahne küçük kalıyor bilmiyorum. Küçük bir kalabalık, küçük bir sahne… Çocuklar kocaman, sesleri kocaman, gözleri kocaman… Hele bir tanesi var ki, teni biraz daha esmerce diğerlerinden, kıyafetleri biraz daha eskice, heyecanı biraz daha fazlaca. Hani onun annesi de diğerleri gibi güzel görünsün istemiş, özenle taramış saçlarını, en yeni kıyafetlerini giydirmiş, en güzellerini, en renklilerini… Yine de çorapları bildiğimiz beyaz değil, fırfırlı eteği bildiğimiz kırmızı, abartılı gömleği bildiğimiz bir renkte değil! Yüzünün çizgileri bize yabancı, yanındaki çocuklara yabancı… Pır pır titreyen sesi oradaki herkese yabancı… Biliyorum yabancılığının farkında bütün ruhuyla ama umutla savaşta; bir savaşa girmiş ki, öyle başı dimdik, bağırarak söylüyor. Belki içinden kendi dilinde tekrar ediyor kendi türküsünü ama en temeli “var olmak” değil mi? Sahnede var olmak, okulda var olmak, ülkede var olmak, kendine yer açmak. Rağmen, rağmen, rağmen var olmak… Engel olamıyorum gözyaşlarıma, elimden geldiği kadar çok alkışlıyorum. Gidip sarılasım geliyor ama, yapamıyorum… Tek yaptığım alkışlamak, ama alkışlarım yok olup gidiyor onca insanın arasında, susup kalıyor alkışlarım.
Alaçatı’da bir otel şantiyesindeyim. Denize sıfır lüks bir otel bu, parası bol insanlar için, parası bol insanların inşa ettirdiği bir otel. Ben de Alaçatı’da gezinirken sahnedeki o küçük çocuk gibiyim. Ne kadar özensem de kendime, “amele yanıklarımı” gizleyemiyorum. Ben de oturup bir rakı içeyim diyorum. Bütün param, bir duble rakı ve bir parça beyaz peynirle bitiyor. Yanımdaki masaya viskiler, tekilalar taşınıyor durmadan. Sahnede küçülüp kalıyorum. Her şeye rağmen bahşiş bırakmak istiyorum garsona, çünkü kendime en yakın o var etrafımda. Yine de olmuyor, biliyorum, onun da ihtiyacı yok benim bırakacağım üç kuruş bahşişe. Bir daha çıkmamak üzere dönüyorum benden de küçük odama.
Şantiyede Ersin’i tanıyorum, inşaat mühendisi hem de yüksek. Savaşı kazanmış nispeten, ayakta kalmış, ben de varım, buradayım diyor. Bir gün anlatıyor bana; “Büyük patron geçerken” diyor, “gözüm yanındaki ameleye takılıyor, ustaya değil ameleye” diye bastıra bastıra söylüyor. “Atlayıp boğasım geliyor patronu” diyor. Öyle iyi biliyorum ki o duyguyu, ben de yakasına yapışıp sormak istiyorum; “Nereden buldun bu kadar parayı, ne hakla sen böyle bir hayat sürüyorsun ve senin için çalışan işçiler böyle hesapla içiyorlar sigarayı bile!” Bunu yapmak bir kenara, sustukça susuyoruz, dinliyoruz, yutuyoruz… Sesimiz yok oluyor onca insanın arasında, hırsımız biraz daha bileniyor sadece. Amelelere sigara dağıtıyoruz, ama patronun yakasına yapışır gibi yürekten. Elimizdeki en büyük adalet, tek dal sigara… Bizim olmayan denize karşı, ciğerlerimizin bizim oluşunu dibine kadar kutluyoruz.