Bir yol…
Uzun, çok uzun…
İncecik yumuşak kavislerle uzanıyor bir yerlere…
Gözlerimin bayramı gibi doluyor benliğime sonsuzluk…
Uzaktan baktığım için miydi?...
Uzaktan ve çok yüksekten…
İzliyorum ayakta…
Yanıyor yol...
Her zaman acelece kucakladığım sıcak renklerden korkuyorum…
O yoldan…
Ve kendine çeken, yalnız, uzak görüntüden,
Severek, isteyerek, zevkle korkuyorum…
O yol, akşam kızıllığında, koyu sarıya çalan renkte ki buğday tarlalarının tam ortasından kıvrılarak geçiyor…
Hemen kıyısında tek tük ağaçlar,
Gölgeleri uzamışta, sarılmış yola,
Yalnızlığını unutturmak ister gibi…
Neden, akşam üzerilerinin melankolik havasıydı da, sabahın mavi gri sessizliği değildi?…
Neden, güneşin ışıklarını koyu bir hışımla savurduğu anlardı da, ilk sevinçlerin sessiz süzülüşü değildi?...
Neden, mağrur başakların bereketli tanelerini, gönüllüce gökten yağan kızıllıkla kucaklaştırdığı sonlardı da, dinginliğin selam durduğu başlangıç değildi?...
Neden, çaresizce yalnızın ortağı gibi serpişmişlerdi de kıyılara, dalları birbirine geçmiş sıklıkta dostlar değildi o ağaçlar?...
Sessizdi,
Dingindi,
Yalnızdı,
Bekliyordu yol...
Arkama dönüp baktım,
Mavi gökyüzü ışıl ışıl…
Dönsem, uzansam tutabileceğim kadar yakın ve serin,
Kısa ve emin bir yol ayaklarımın dibinde,
Son bulmuş, tükenmiş, biraz da yorgun...
Bedenimin baktığı yöne döndüm tekrar,
Bekliyordu yol...
Ve anladım…
O gözlerimden içime hapsolan uzun kırmızı, yol beni bekliyordu,
Bakarken içime sakladığım...
O benim henüz çıkmadığım yoldu...
Ben de kalanlarla, beni sahiplenmeye razı,
Ve bir avuç toprakla örtülü derinliğe saklamaya hevesli......
Göründüğü kadar sonsuz ve uzun mu?
Bilmiyorum...
Ama göründüğü kadaıyla benim...
Benim kadar yalnız...
Benim kadar bekliyor...