Türk gruplarının Irak bölgesine gelmeleri, Abbasî Devleti'nin kurulmasından hemen sonra, Halife Ebu Cafer'ül Mansur zamanına (754–775) rastlar. Halife Cafer'ül Mansûr Bağdad şehrini kurdurmuş ve burada Türkler'den oluşan askerî kıta için bir garnizon da inşa ettirmişti. Irak’a yerleşmelerinde büyük pay sahibi olan askerî kültürünün korunabilmesi amacıyla Türklere Halife Mu'tasım devrinde, 835 tarihinde Bağdat ile Musul arasında Samerra şehri kuruldu. Bu şehirde tamamen Türk asıllı askerler kalabilmekteydi ve Türk askerlerinin başka milletlerle karışmamasına azamî dikkat gösterilmekteydi. İlerleyen dönemlerde Türk kültürü Irak’ın hâkim unsuru olmaya başlamış, Samerra'nın önemi gittikçe artarak bir ara Hilâfet merkezi dahi Bağdad'tan buraya nakledilmiştir. Bunun sonucu olarak Abbasî devletinin siyasî ve askerî bölümlerinde etkilerini gittikçe artıran Türk hassa ordusu, Halifelerin tahta geçmesinde ve tahttan indirilmesinde tek söz sahibi olmuştur. Meşhur İslâm tarihçisi İbn Haldun eserinin mukaddimesinde Abbasî Halifelerinin Türk hassa ordusu komutanları karşısındaki aciz durumunu şu şekilde anlatmaktadır: "Halifelerin elinde birşey kalmamıştı. Halifelerin hali şairin şu beyitlerinde tavsif ettiği gibi idi: Halife, Vasıf ile Boğa arasında, kafesindeki kuş gibi, mahpus bir haldedir. Papağan kuşu ne öğretilir ise onu söylediği gibi, Halife de bu iki Türk komutanı tarafından öğretilen sözleri tekrarlar."(1)
- yüzyıla kadar Irak’ta Türk kültürünün özel bir önem verilerek korunduğu ve zaman zaman devlet erkinde etkili bir nüfuza sahip olduğu görülür. 1055-1056 yıllarında Kerkük-Musul bölgesinin Selçuklu Devleti’ne bağlanmasıyla artık yöneten sınıf Türkler olmuş, Kanuni’nin 1534-1535 Bağdat seferiyle bu hakimiyet perçinlenmiştir. I. Dünya Savaşı’na yakın dönemde ise Irak’ın etnik unsurlarıyla oynanarak çıkarılan ayaklanmalarla mevcut otorite sarsılmış, İngiliz işgali neticesinde de bölgede bir İngiliz sömürgesi kurulmuştur.
1926’dan itibaren yönetim ve rejim defalarca değişmişse de, gerçekleştirilen etnik hareketler hep Türkmenler aleyhine olmuş, “hâkim sınıf” olmaktan “etnik gruplardan biri” seviyesine çekilen Türkmenler, günümüzde “diğerleri” olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Buna paralel olarak uygulanan eğitim politikaları neticesinde Orta Asya’lı Türk kökenlerinden uzaklaştırılarak oluşturan yeni Ortadoğu’nun bir parçası haline getirilmeye çalışılan Türkmenler, kültürlerinden ödün vermeseler de, bölgede yoğun dezenformasyonlara maruz kalmış Arap ve Kürt grupları ile yakın etkileşim içerisine girmek zorunda bırakılmışlardır. Bu birlikteliğin neticesinde toplumumuza sirayet etmesi muhtemel sorunlardan birisi de “tekellüf” eğilimleridir.
Tekellüf, Mehmet Doğramacı’nın “Yirmidört Ayar İnsan” çalışmasında şöyle tanımlanmıştır; “nefsin arzusu üzere insanlara gösteriş olsun diye yapılan yapmacık hareketler”. Tekellüf konusu İslam literatüründe “misafir ağırlama sırasında yapılan külfetli çabalar” ile örneklendirilmekte, “olduğundan fazla görünme eğilimi” olarak nitelenmektedir. Bir çok İslam âlimi bu konuya değinmiş, tevazu ve ihlâsı zedeleyici yönlerine dikkat çekilerek külfet olacak ve utandıracak kadar kıymetli hediye verilmemesi gerektiği vurgulanmıştır. İmam Rabbani’nin Mektubatı’nın Müstekîmzâde Süleyman Sa’deddîn tarafından çevrilen 68. mektubunda da: “Evet Onun 'aleyhi ve alâ âlihissalevâtü etemmühâ ve ekmelühâ' ümmetinin sâlihleri tekellüf, gösteriş yapmakdan uzakdır” ifadeleri yer alır.
İkrama önem veren, misafirperverlikte nam salmış Türk kültürü ise, “misafir umduğunu değil, bulduğunu yer” atasözünde de işaret edildiği gibi ikramı belli sınırlar dâhiline almakta, gururu okşayıcı tekellüf çabalarını hoş görmemektedir.
Tekellüf, sadece Ortadoğu’da değil, birçok medeniyetçe tartışılan ve yerilen bir sorundur. II. Dünya Savaşı sırasında Bir Amerikan Stratejik İstihbarat subayı olan Ruth Benedict’in Pasifik Adaları ve Uzak Doğu kültürlerine yönelik yapmış olduğu çalışmalarını topladığı “Krizantem ve Kılıç” adlı eserinde, Japon kültüründe hediyeleşmenin ve ikramın övüldüğünü ancak gereğinden fazla değerli ikramlar yapılmasının, karşıdaki kişiye “on”(külfet) yüklemesinden dolayı, hakaret kabul edildiğini savunur. Yapmacık hareketler ve misafire karşı gösterilen ilgi belli kalıplar içerisinde “giri-gimu” (zorunlu) görülse de, “tatamae” ve “honne” kavramlarıyla kültürel sınırlar çizilmiştir.
S. D. Goiten’in “Yahudiler ve Araplar” isimli kitabında Araplar ile 50’lerin İsrail’inde doğan Yahudileri (Sabralar) karşılaştırdığı bölümde şu ifadeler geçer: “Sabralar, şekil ve resmiyete (formalite) karşı kayıtsızlıklarıyla tanınır. Onlara göre iyi tavır ve kibarlık sakıncalıdır. Öte yandan, Arapların sosyal hayatlarında belli âdâb-ı muaşeret kuralları hâkimdir. Bir Arap sizi incitmek istese bile kibarca seslenir. Oysa İsrailli gençler kibar olmak için bir nedene sahip olsalar bile bazen oldukça kabadırlar.” Bu ifadelerden Goiten’in tekellüfsüz bir yaşam tarzını övdüğünü söylemek yanlış olmasa gerek.
Büyük ölçekte baktığımızda tekellüf, sosyal hareketleri etkileyen unsurlardan biri olarak karşımıza çıkar. Ortadoğu’da sıkça değişen yönetimler, halkta yaltaklanma ve kendini beğendirebilmek için süslü konuşma ve gösterilere yeltenme ihtiyacının zorunlu olduğu hissini uyandırmış ve bölge, insan doğasını zorlayan bu eğilimlere karşı kendini hiç durulmayan bir şiddet deryasında bulmuştur. Bunun sonucu olarak bölgede seksen yıldır demokratik ve kansız bir yönetim değişikliği gerçekleşmemiştir.
1970’lerde komşu ülkelere nazaran zengin ve gelişmiş bir ülkenin en kültürlü etnik gruplarından olan Türkmenlerin, Baas Partisi’nin dikta yönetimiyle kültürel gelişim hızları yavaşlamıştır. Kültür seviyesini koruyamayan toplumların diğer kültürlerin etkisinde kalarak yozlaşacağı gerçeğini göz önüne alırsak, yeni yönetimce de yok sayılan Türkmenlerin, kültürlerini koruyabilmeleri için gerekirse birçok Avrupa kentinde kültür enstitüleri kurmaları gerektiğini rahatlıkla görebiliriz. Irak’ın birçok bölgesinde kültürel hâkimiyet izleri hâlâ duran böyle bir milletin hâkimiyeti tekrar ele geçirmesiyle, Ortadoğu’ya barış ve huzurun geleceğini öngörmek ise bir kehanet olmasa gerek.
- Prof. Dr. Abdulhaluk Çay, “Irak Türkleri”, Fuzûlî Dergisi, yıl:1, sayı:3, Haziran 1987, s.5-7; Fuzûlî Dergisi, yıl:1, sayı:4-5, Temmuz-Ağustos 1987, s.30-31