Çocukluk çağımın bir kısmını Gaziantepte, bir kısmını da Adanada yaşadım. Antepte yaşadığım evimizin birbirinden bağımsız üç büyük odası, hayat (avlu) dediğimiz büyükçe bir yaşam alanı ve en önemlisi de bu üç odadan ikisinin oluşturduğu kocaman bir damı vardı. Bu dam benim için bir teras hükmündeydi. Çünkü her gün batımında kitaplarımı ve limonlu oraletimi alır kendimce asmanın altında duran ahşap masa ve sandalye de keyif yapardım. O damın sonsuzlukla bağlantılıymış gibi durmasında en az Daşbaş Dağının görüntüsü kadar, eski ahşap masada okuduğum kitaplardaki suretlerin ve seslerin etkisi de vardı. İnsan ne öğrenirse gençlikte öğrenir demiştir Susan Sontag. Bugün bu blogda karaladıklarım üzerine düşünürken Sontagın bu sözünü hatırladım
Her şeyin yeni yaratılıyormuş gibi kalpleri fethettiği çocukluk çağlarından başlayacak kadar fotografik bir hafızaya sahibim maalesef Bu durumun benim için bir lütuf mu, iyilik mi yoksa bir lanet mi olduğunu henüz kestiremesem de benim çocukluk dönemlerimde evimizde her zaman bir misafiri başköşede otururken görürdüm. Yemeklerin yendiği, çayların yudumlandığı bir ev olarak hatırlarım. Ancak bu evin gün doğumuna bakan tarafı değil de gün batımına bakan bir damı olmasaydı bugün sizlere kitaplar hakkında herhangi bir söz söyleyemeyebilirdim.
Evin damındaki o ahşap masada günbatımına her baktığımda hüzünlenmem ve kitaplarımı masaya yaymam için konulmuştu sanki Evde yedi kardeşin varlığı, gelen giden misafirlerden müteşekkil hummalı çalışmaları ve evin gün batımına ters yöndeki mutfağından burnuma yemek kokularının geldiği anlarda, ben asma altına özenle yerleştirilmiş masada en küçük erkek çocuk olmanın keyfini ödünç aldığım kitapları okuyarak geçirirdim. Ara sıra içerden annemin Oğlum yemeğe gel. diyen sesini duyardım. Benim yanıt vermeme çoğu kez gerek kalmazdı. Çünkü annemlerle ve ablamlarla aramda duran babamın, anneme seslenerek; Yuşaya karışmayın, kitap okuyor, sonra gelsin yesin. diyeceğini bilirdim. Annemin, kitapları bahane ederek yumuş buyurmamdan ve iki kere sofra kurmasından bunaldığını bilirdim. Bu yüzden anneme değil en çok nazımın geçtiği en büyük ablamdan yemeği ısıtmasını ve hazırlamasını isterdim. O da kıramazdı zaten Kitap okumak, benim için çocukluk dekorunu oluşturan kentin, komşu ve misafirlerimizden ibaret sandığım bu dünyanın dışına çıkmamın tek aracı olduğu bilinciydi. Bu yüzden kitap okumamın bir ritüeli vardı her zaman Bu ritüel Adanaya taşındığımızda da sürdü. Çünkü yeni evimizin inşaatında tüm kardeşlerimle birlikte çalışıp yapmıştık. Bu seferki mekân bir köydü. Dağın eteklerinde, ırmağın dibinde ve portakal, limon, greyfurt bahçelerinin dibinde Bu evin damına da aynı tertibatı kurmuştum. Gün batımında ahşap masam hazırlanacak yahut yaşıtlarımla sokakta vurdulu kırdılı oyunlar oynayacaktım Çocukluk yıllarımda okuduğum kitapların çoğu bu yüzden hep yırtık pırtık olurdu. Adananın yaz aylarında işlerin çokluğu nedeniyle çevre illerden gelen işçilerin, şoförlerin ve toprağı işlemekle görevli ırgatların telaşının eklendiği yaz günlerinde, bir roman kapıp köyün dışındaki dut ya da incir ağaçlarının gölgesine sığınmak ve orada saatlerce oturup kitap okuması yapmışlığım çoktur. Bir gübre çuvalı, bir çaydanlık-demlik ve ateş yakmak için bir kibrit ve bir kitap beni bu insanların dünyasından çıkarmakla kalmaz, doğadaki seslere, sıkıntıdan patlayıncaya kadar karıncaları izlemeye, başımı kaldırınca gördüğüm incir ağacının katılığına, dut ağacına ve en fazla dünyanın dışında olmak duygusuna götürürdü. Ne kadar da uzaktım herkesten, ne kadar da yabancı. O yalnızlıkta Gazap Üzümlerinin Tomu annesiyle fısıldaşır, Emile Zolanın Nanası çamaşır yıkar, Sefillerin Jean Valjean; Parisin gizli geçitlerinde intikam için gün sayıyor olurdu. Çanlar kimin için çalıyor, o günlerin sorusuydu. Aslında yalnız değildim. Dostlarım, arkadaşlarım ve yoldaşlarım hep vardı.
Çukurovanın kızıl toprağından kabaran, ıslanan sayfalar kurur kalınlaşırdı, rüzgârdan ve tozdan biçim değiştiren, bozulan kitaplarımı gören köylüler o kadar kalın kitabı ne için sürekli yanımda taşıdığımı merak ederlerdi Rüzgâr Gibi Geçti, o ağaçların gölgesinde odun ateşinde içtiğim çayın kitabıdır, Cennetin Doğusu da oranın. Yasımı Tutacaksın, oranın. Ağlama Anjelika ya bu gece sana bir ev alacağım ya da yasımı tutacaksın. diyen El Cordobesin sesi esen ılık rüzgârda uğuldayıp dururdu.
Harper Leenin Bülbülü Öldürmek kitabı, Amerikan taşrasının daha sonra Foulknerdan ve Steinbeckten okuyacağım dünyasında çaldığım ilk kapıydı. Dışarıdan korkulu görünen, ama odalarına girildikçe korkunun yerini hüznün aldığı bir evdi onlarınki. Gazap Üzümlerinde Tom abiye duyduğum hayranlık Yoksulların haklarını savunduğu için kaçak olan Tomun çalıların arasında gizlice buluştuğu annesiyle fısıldayarak konuştuğu o sahne, benim anne-evlat ilişkisinde bildiğim en etkileyici sahnelerden biriydi. Bir anne oğuldan çok, iki âşığın buluşması gibi olan o buluşma. Cennetin Doğusunda efendi uşak ilişkisindeki tersyüz edilmişlik, baba ve oğullar Velhasıl Steinbeckin tüm yazdıkları
Antepteki Atlas Kitapevini unutmamam lazım. Evet, okul harçlığım ve aldığım burslarla kapısına ayda bir dikildiğim ve raflarında dizili duran kitapların kokusunu içime çekerken seçtiğim kitapların yurdu olan Atlas Kitapevi 3 basamaklı bir merdiven vardı Atlas Kitapevinde. Yaşım ilerledikçe üst raflara tırmanma ihtiyacı duyduğumdan 3 basamak yetmemeye başlamıştı. Çünkü Dostoyevskinin Suç ve Cezası, Beyaz Geceleri, Tolstoyun Anna Karaninası üst raflarda diziliydi. Emily Brontenin her daim benim kitabım olan Rüzgârlı Bayırı, İnce Memedler, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Reşat Nurinin Çalıkuşu hepsi üst raflara tünemişti. Yine Atlas Kitapevinde bulduğum Marco Polo, Büyük İskender biyografileri, Genç Whertherin Acıları
Lise yıllarının keşfi Boris Pasternakın Doktor Jivagosuydu. Proustun, Geçmiş Zamanın İzindesi ve Rilkenin, Malte Laurids Briggei kalp ve aklımı zenginleştiren kitaplardandı. Artık üniversite okumak için Beşiktaş, İstanbula ilk yerleştiğim aylarda okuma işinin dozunu adamakıllı arttırmaya başlamıştım. Sartreın Uyanış-Bekleyiş-Tükeniş üçlemesi. Anlamakta zorlansam da okumaktan vazgeçmediğim Joyseun Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi. Sonra Beckettin oyunları, Camusnun Yabancısı, Kafkanın Dönüşümü, Ölü Canlar, Oblomow Üniversitede talihsiz bir olaya karışıp okuldan atıldıktan sonra taşındığım Küçükçekmeceli yıllarımda Ortadoğu Gazetesinde işe başlamıştım. Burada yürüyen kütüphane dediğim bir ablamızın yönlendirmeleriyle etkilendiğim diğer kitaplar, gerçeği Doğuda arayan Batılıların romanlarıydı. Durellın İskenderiye Dörtlüsü, Poul Bowlesun Esirgeyen Gökyüzü. Sonra bir dönem nerdeyse sadece biyografi okuma hevesim iyice artmıştı Henri Troyat biyografileri, özellikle Dostoyevski, sonra fazlasıyla sarsıcı olan Kazancakisin El Grecoya Mektupları. Ama sanırım benim açımdan dönüm noktası Jungu okumam oldu. Jungtan sonra okumalarımın yönünü biraz daha değiştirmiştim. Bu sefer daha çok şiir ve teorik kitapları okumaya başladım. Burada adlarını sıralamaya imkan olmayan kitaplar Ama Yaralı Bilinçi saymak zorundayım. Daryus Shayeganın bu kitabı benim bakış açımı çok değiştirmişti. Tabii Borgesi unutmak mümkün değil. Marquezi, Calvinonun Görünmez Kentlerini Conradın sömürgecilik eleştirisini, Arthur Millerin Satıcının Ölümü. Sadık Hidayetin Kör Baykuşu. Ve elbette şiir: T.S. Eliotın Çorak Ülkesinden çok Dört Kuarteti, Poundun Cathayı, Poul Celan, Seferis, O Çılgın Nar Ağacı diyen Elitis sonra, Yahya Kemal, Mehmet Akif, Haşim, Cahit Sıtkı, Necati Cumalı, Nazım Hikmet, Turgut Uyar, Cemal Süreya, İsmet Özel, Sezai Karakoç, Erdem Beyazıd, Edip Cansever ilaahir
Ve sonra kadın yazarların sesinin peşine düştüm. Edebiyatta çok derinden, tenin içinden gelen o sesin peşine. Bir tür akrabalığın yarattığı soy gibi kök duygusuyla yaptığım okumalar Bachmanı, Durası, Yourcenarı, W.Wolfu getirdi önce. Sonra Frieda Kahlonun mektuplarından sızan acılı sesin, Ahmatovanın kuzeyli yaslı sesinde karşılık bulduğunu gördüm. Evinden hiç çıkmadığı söylenen Emily Dickinsonun sadece isim değil, ruh kardeşi de olan Emily Bronte ile yakınlığı. Kuzeyin hüzünlü Edith Sodergranı sonra. Kasaba kasvetlidir cümlesiyle romanını başlatan Carson Maccullers. Ve elbette şiirin bir adanma olduğuna beni ikna eden Furuğ Ferruhzad Furuğun ve tüm bu ablaların oluşturduğu hüzünlü aileye Portekizden buğdaylar kesildi diyen Sofia de Melloyu, Amerikan şiirinin rahibesi Elsabeth Bishopu da katmalı. O büyük yalnızlıklardan, o acılı kalplerden süzülen satırlar, dizeler birleşip büyük bir kalp olmuştu sanki. Eleni Vakalonun babasının cam gözlerini çıkarıp parlatması gibi mesafeler aşılmıştı işte
Tüm o kadınların ve erkeklerin yazdıkları ve dahi eskilerin Hafızın, Mevlananın satırlarıyla birleştiği noktada bir tekâmül olmalı. Yazının açtığı yarayı yazı kapatır. Yazının yarattığı tutkuyu ancak yazı dindirir. Erken başlayan okuma maceramın yarattığı hüzünlü yalnızlık duygusu üzerine çok düşündüm. Hüzünlü olduğum için mi okuduğum her şey iyileştiriciydi. Yoksa gerçekten hüzünlü müydü okuduklarım? Yalnız olmadığımızı bilmek için yazarız, derler. Hüzün hep var, ama hüznü gideren de yine kitaplar oldu. Yazmak oldu. Torosların bitim noktasındaki adı Gavurdağı olan son dağdan, benim olan olmayan tüm kitaplara sonsuz şükranlarımı sunmak istiyorum tekraren
Kalın sağlıcakla