Gitsin "Park"lar, "Cafe"ler...

Günün yorgunluğuymuş, derslermiş, çekler-senetlermiş.. Hepsi portmantoya. “Şimdi biraz huzur” der, avludan kapıya yönelirsiniz. Kapıdaki sanat size hoş geldin der. Hoş ve safa geldin ey stresli kul!

yazı resim

Parklarda şelale, hüzün ve çiçekler var. Nedendir bilinmez, câmilerin (özelliklede o eski şadırvanlı câmilerin) tadını vermiyor parklar. Yeni yüzyılın insanlarına lazım olan şey şu bu değil, “huzur” olsa gerek.

Sevgili belediyelerimiz, bahsi geçen acil ihtiyacımızı karşılamak uğruna boş bulduğu arazilere park konduradursun; insanlar koşturmacalarının bir köşesinde “şöyle rahat bir nefes almak için bile” bu parkları tercih etmiyorlar. Yoksa yüzlerindeki tebessümü, gözlerindeki sevinç pırıltılarını kaybetmiş bu zavallıcıkları ne ile izâh edebiliriz ki?!

Her yere bir câmi kondurmalı. Ama içinde şadırvanı, güvercinlikleri, sadaka taşı olanından. Caminin sadece namaz kılınan bir mekân oluşuna bu devirde rastlıyoruz. Ne namaz, ne namaz !!! Huzur veren bir yer değil ki artık camilerimiz. Halbûki ne hoştur Bursa Ulu Camii. Mekâna daha adımınızı yeni atmışsınızdır ki, güvercinlerin üzerinize doğru uçuşları ve size temennâ çekişi ile vücut kimyanızın değiştiğini hissedersiniz. Günün yorgunluğuymuş, derslermiş, çekler-senetlermiş.. Hepsi portmantoya. “Şimdi biraz huzur” der, avludan kapıya yönelirsiniz. Kapıdaki sanat size hoş geldin der. Hoş ve safa geldin ey stresli kul! Selâmı alır, bir tüy hafifliği ve rahatlığında sese doğru yönlenirsiniz. Ses.. Su sesi. Aman Yârabbi! Su ile tedavi.. Su seansları.. Suyun geometrisi.. Akışın fizyolojisi vs. vs. hepsi aklınıza konup kalkar bir bir. Şadırvanın hikâyesini de biliyorsanız değmen keyfinize. Hani şu Yahudi kadının arsasını hibe etmeyişi ile başlayan hikâye. Ne ki, hayret ve hasretinizi tâ Osmanlının burçlarından, Selçuklu Beylerinin otağlarından gelmişçesine içinize içinize çekiverirsiniz. Ortaçağa burjuvazisi, “deli”lerini yakadursun; medeniyetin beşiği güzel yurdumda su sesiyle/musîkî ile tedavi alıp başını gitmiştir. Şadırvandan akan suyun sesi iliklerinize can katarken, içeride bu bezme dem tutma telaşında koşuşan çocukları fark edersiniz. Annelerinin ellerinden kopuveren çocukları... Koşuşurlar. Koşuşurlar biteviye. Öyle rahattır, öyle seyirliktir işte.

Mihrâba göz gezdirirsiniz. Güneş sistemine benzeyen şekiller dikkatinizi celbeder. Hani mucizevî bişeyler hissedersiniz, belli etmezsiniz. Şaşkınlığınızı alıp, duvarlara yansıtırsınız. Duvarlara.. Taşın işlenişindeki zarafeti alkışlarısınız içinizden. Nice nice sanatlara şahit olursunuz da adını koyamazsınız bunun. Hele bir “VAV” hattına gözünüz kayıverir, aman Allah’ım! Simetrinin bizcesi böyle oluyor der, kendinizi namaz koridorunda boşluğa bırakıverirsiniz. ( not:burada boşluktan kasıt “hiçlik” ve onun ardından gelen fenâfillah-bekâbillah-seyrillallah ufkunu yakalamak noktasında atılan ilk adımdır-SSS ).

Âşıkın vuslatı çabuk bitermiş. Sizinki de o misâl, erir zaman elinizde. Ve hiç istemediğiniz hâlde ayrılırsınız “cafe”den (!) Hiçbir parkta huzur bulamadığınız bu asırda, yorgunluğunuza mesken olacak şöyle “içi şadırvanlı dışı güvercinli” bir câmiye yolunuz düşer mi bilinmez ama eğer ki muzdaripseniz siz de benim gibi gelin şu duaya hep birlikte âmin diyelim:

Gitsin parklar, “cafe”ler..
Gelsin şadırvanlı câmiler.
Gelsin de huzur girsin hücrelerimize.

Başa Dön