Gelenek, İletişim ve Kültür - 3

Önce Tanrı öldü, sonra söz; sıra insanda... Post-modern algı yasaları, Batı felsefesinin intiharı'nın katilleri tarafından bir tür silah olarak küreselleşen medya aracılığıyla bütün dünyanın alnına dayanmıştır. Oysa post-modern felsefenin önderleri sayılan düşünürler ve düşüncelerinin, insanın yok edilmesine dair bir silah üretmedikleri ortadadır. Onlar, sözün düşünceyi değil, düşüncenin sözü taşıdığının görünmesiyle, eylemi yönetenin söz olduğunu değil, sözün eylemde hayat bulduğunu göstermeye çalışmışlardır.

yazı resim

Geçtiğimiz yüzyılda Batı felsefenin hükümsüzleşip yerini dil felsefesine ve ardından dilbilime bırakması sadece bir başlangıç değil, aynı zamanda bir sonuç; hakkı teslim edilmesi gereken felsefenin, binlerce yıllık birikiminden elde edilmiş bir sonuçtur. Dil, varlığıyla kültürel pratiklerin uzlaşı alanındaki çarpıklık ya da eksikliklerin giderilmesi ihtiyacına (nedir ki nasıl olabilire) cevap arayan felsefenin, gerçek hareket alanı olduğunun kavranılmasıyla yönelinmiş, görece çok daha yeni bir cevap alanıdır. Konumuz bağlamında dile dair günümüzde yaşanan katliamın ardındaki saik; aslında varlık bilincinin etik sorumluluğuyla yaşam alanını düzenlemeye çalışan insanın, hareket alanını daraltmak ve üzerinde ilerlenecek bir yol olmaktan çıkarmak suretiyle, felsefenin asıl konusu olan nedir ki nasıl olabilir sorusunu ortadan kaldırmaktır. Bu sorunun ortadan kalkması demek, insanın kendi hayatı üzerindeki farkında eyleminin son bulması, insanın makineleşmesi -doğanın kendi işleyişinin kuralları doğrultusunda değil- mekaniği araçsal mantıkla oluşturulmuş bir sistemin hizmetine teslim olması demektir.
Önce Tanrı öldü, sonra söz; sıra insanda...
Post-modern algı yasaları, felsefenin intiharı'nın katilleri tarafından bir tür silah olarak küreselleşen medya aracılığıyla bütün dünyanın alnına dayanmıştır. Oysa post-modern felsefenin önderleri sayılan düşünürler ve düşüncelerinin, insanın yok edilmesine dair bir silah üretmedikleri ortadadır. Onlar, sözün düşünceyi değil, düşüncenin sözü taşıdığının görünmesiyle; eylemi yönetenin söz olduğunu değil, sözün eylemde hayat bulduğunu göstermeye çalışmışlardır.
Kapitalizmin özünü koruyarak sadece biçimsel dönüşümleri sonucu geldiği noktada, sistemin ulusların varlığına olan ihtiyacı son bulmuş, sürdürülebilirliği küreselliğe bağımlı hale gelmiş ve bu ana kadar halklar tarafından kültürel farklılıkların koruyucu enstrümanı olarak algılanan ulus bilinci, sözde küresel insanlık fenomeni karşısında aşağılanan bir değersiz olarak lanse edilmeye başlanmıştır. Dolayısı ile her kültürün iç dinamiklerinin farklılıkları sonucu oluşmuş çeşitlilik değersizleşmeye mahkûm edilmiştir. Şimdi insan olarak ne kadar küreselsen o kadar değerli, ne kadar aynıysan o kadar üstün olabilmekte BİR olma kutsallığı ben olma bilincinin yerine geçmektedir. Burada aslolan, iktidarı ve ekonomik gücü elinde bulunduran azınlığın; tarihsel süreç içinde geldiği her yeni aşamada, kendini bir öncekinden daha yaygın ve hükümran kılabilmek için insana dair olan her şeyi araçsallaştırma kabiliyetini tam da bu güçten almasıdır. Azınlığın gücü kendini çoğunluğun gücüyle beslemekte, çoğunluk kendine dair olanların, kendi varlığına dönük bir silah haline gelerek, gücü elinde bulunduranların besleyeni olmaya direnememektedir. Bütün insanlığı sevmek, eşit görmek, ortak paylaşımda bulunmak, aynılığa ve birliğe vurgu yapmak birer erdem, bunun karşısında olmak doğal olarak bireyin kendini varlık bütünlüğünde yok ettiği erdemsizlik olarak nitelenmekte; bu önkoşullara dayanarak, küresel tektip insanlık modeli itiraz edilemez bir değer olarak kabul görmektedir. Oysa insanlığın toplumsal DNAsı olan gelenek, tüm bu erdemlerin ancak farklılıkların varolduğu koşullarda hayat bulduğu bir zemindir. Buradan anlaşılacak olan farklılık adaletsizlik değil, erdemin sınanabilirlik zemini olan ötekinin varlığını bilmenin koşulu; yani kendilik ayrımını ötekinin varlık bilincine sahip eylemlilikle ortaya koyabilmektir. İşte tam bu noktada dil, kendilik ve öteki olmanın inşasını sağlayan veri olarak farklılığın özünü oluşturup koruyan kültür çevrenidir. Dili, dolayısıyla iletişimi kaybetmek kültürsüzleşmek yani erdemsizleşmek, değer yitimine uğramaktır. Benin yok edilip (insanın ölümüdür bu) bir olmayı kutsallaştırma girişimleri, benden yola çıkarak ulaşılan her türlü keşfin son bulacağı; insanı, gelişimin tetikleyici gücü olan eleştirel düşüncenin zeminini kaybedeceği mekanik bir dünyada, bir daha açılmamak üzere, üzerine kapanacağı kapıların ardında köle makineler haline getirecektir.
Günümüzde küresel medya aracılığıyla araçsallaştırılan dil, kültürleşme yoluyla değil, dillerin deformasyonuyla ulaşılan sözde bir ortak dil üretimine zemin olarak kullanılmakta, dünya bu araçsal dilin tektipliğinde iletişime koşulmaktadır. Küresel medya internet, televizyon ve hatta gazete (Wikileaks küresel gazetecilik örneğinde olduğu gibi) dünya insanının algısını asıl köklerinden koparıp simülasyon algılara terk etmekte, bu bağlamda dil, insanın yeni tür köleliğine açılan kapının anahtarı, yeni köleliğinin aracı olarak kullanılmaktadır. Şimdi bize düşen, düşüncelerimizi bu dilin aracı olmaktan kurtarmak, dili tekrar hak ettiği yere oturtmaktır. Bu, her ortaçağın sonunda yaşandığı üzere baştan başlamak, felsefeyi yeniden keşfetmek olacaktır. Velâkin, her seferinde olduğu gibi aynı zamanda bir önceki ortaçağdan bir adım ileriye gitmek olacaktır.

Nilüfer Aydur

Başa Dön