Evrensel Adalet Yerine, İdeolojik Adalete Sarılmak:

Toplumlar sürekli belirli bir din, etnik ve narsist politik çerçeveden dünyaya bakıp ona göre eğitilmişlerse, o toplumlarda en iyi teori ve düşüncelerin hayat bulması oldukça zordur

yazı resimYZ

Evrensel düşünce ve Adalet felsefesi; sınırsız düşünüp tüm farklılıklarla ortak ve maddi değerlerde sınırlı yaşamayı bilmektir.
İdeolojik adalet ise, karşıt gördüğü düşünce ve kültürlere intikamcı yaklaşıp, kendisine yapılanın benzerini başkalarına layık görme anlayışıdır.
Daha çok insanı ideolojik yaşam anlayışına kolayca sürükleyen en büyük etkense, almış olduğu eğitimin dar ve bilimsel içerikten yoksunluğu ile, farklı kültürleri önemsiz ve küçük görme ukalalığıdır.
Yine de adalet kelimesi öyle bir büyülü içeriğe sahiptir ki, kimin ağzından çıksa kişinin kimliğine ve karakterine bakılmadan, ilk duyulduğu andan itibaren, insanda çok güzel bir duygu ve heyecan uyandırmaktadır. Çünkü Adalet; en üst katmandan en alttakine kadar her zaman insana lazım olan temel yaşam ilkesidir.
Ancak insanın doğasında mevcut olan egoizm yüzünden, herkes kendi çıkarlarına ve bilgi kapasitesine uygun adaletten bahsetmesi neticesinde, evrensel adalet adeta hiç yokmuş gibi bir duygu uyandırılmaya çalışılmaktadır.
Tüm olumsuzluklara rağmen, bu yanlışı biraz olsun sınırlayan ve insani ilkelere göre yaşanmasını sağlayan tek yapı, Helenli Ana Tanrıça Themis ve gerçek Felsefeci aydınlar olmuşlardır. Bunun dışındaki tüm ideolojik adaletçiler, ne kadar sütten çıkmış ak kaşık gibi görünseler de, tüm uygulamaları kendilerini her zaman yalanlamaktadır.
İlk dönemler soyut şekilde var olan Adalet düşüncesi, daha sonraki dini ve siyasi ideolojik somut uygulanması, toplumlarda kan ve göz yaşının sürekli akmasına neden olmuştur. Demek ki, insanların büyük çoğunluğu adalet adına sadece figüranlık yapmaktadırlar.
Adalet kelimesi; Türkçede kullandığımız on binlerce kelimede olduğu gibi, dilimize Arapçadan geçmiştir. Arapça Adala kökünden türetilmiş olup, adil ve hak anlamını taşımaktadır. Buradan hareketle, evrensel ve ideolojik adalet yapılarının temel içeriklerini bir kez daha özetleyerek devam etmeye çalışalım.
Evrensel Adalet; din, etnik, siyasi ve ideolojik saplantılardan tamamen arınmış, kişilerin tüm insani haklarını tanıyan ve koruyan hukuk sisteminin adıdır.
İdeolojik Adaletse; kendine yakın gördüğü insan topluluklarının dışındakilerini, gerek dini gerekse etnik ve siyasi bakımdan dışlayan ve yok olmasına çalışan bir anlayıştır.
Doğal varoluşuyla insani bir yaşam anlamını taşıyan Adalet düşüncesi, m.ö. 500 bin yılarından itibaren, ilk olarak Homo Sapienslerin (Adem ve Havva) aklını kullandığı dönemle başladığını belirtmek mümkündür. Bu ilkel (Pro) Adalet anlayışının derinliklerine inmeden, Uygarlık dönemiyle başlayan dini soyut ve yarı somut müeyyideli hukuk sistemlerinin, insanlığı nereye götürdüğünü derince incelemekte büyük fayda vardır.
Örneğin Sümerler döneminde adalet daha çok Kral Tanrılar ve bunların yardımcısı Ana Tanrıçalar tarafından uygulanmakta idi. Anılan çağda hukuk okullarının merkezleri Kral Tapınakları (Ziguratlar) olmuştur. Bu tapınakların tek ve en büyük sahipleri olan kral ve yardımcılarının, her sözü ya da her düşüncesi, Allahın adaleti anlamına gelmekte idi.
İnsani değerlerin yeni filizlenmeye başladığı bu dönemde, doğal olarak kralların tecrübe, bilgi, askeri güç ve maddi imkanlarına dayanan adalet, daha çok sözlü şekilde uygulanmıştır. Böyle bir çağda evrensel hukuktan (Adaletten) bahsetmek hiçbir koşulda mümkün değildir.
Çünkü çağın insanlarının gerek bilinç yapıları, gerekse yaşamları geniş bir bilgi, birikim ve tecrübeye sahip değildi. Her şey manevi (Metafizik) felsefi çerçevede çözülmeye çalışılmıştır.
M.Ö.1500lerde Babil Kralı Hammurabi tarafından kısmi şekilde yazılı ve maddi müeyyideli adalet sistemine geçilmiş olunsa da, eksik ve yetersizdi. Aradan yaklaşık 800 yıl geçtikten sonra, m.ö.700lerden itibaren Helenlerin başını çektiği Metafizik ve Materyalist Felsefi düşünce okullarının açılması, adeta yeni bir aydınlık dünya yaratmıştır.
Bu düşüncenin ana kaynağı ise, önceden var olan Dualist dini hukuk anlayışı ile, Ana Tanrıça Themisin adalet felsefesinin sentezlenmesi, evrensel adaletin temelini oluşturmuştur. Themisin evrensel adalet anlayışının etkisi, Monoteist dinlerin egemenlik sağladığı dönemlerde de sürmüştür.
Ortaçağdan itibaren iyice güçlenen Monoteist dinlerin Metefizik ve yarı maddi müeyyideli adalet yapısı, ilk zamanlar toplulukların çoğunluğunu arkalarından sürüklemeyi başarmışlardı.
Ancak bu etki ilk 20 veya 30 yıl sürmüş olup, daha sonraki dönemlerde kendi içlerinde büyük bir karmaşayı yaşamaları neticesinde, o iddia edilen Allah adaletini hiçbir şekilde uygulamamışlardır. Bunu şunlardan anlamaktayız.
İfade edilen dönemlerde, Monoteist dinler başta kendi içlerinde Mezhep ve Tarikatlara bölünerek sürekli çatışmaları. Aynı şekilde diğer din ve toplumlarla ardı arkası gelmeyen din ve ticaret savaşlarını sürdürmüş olmaları, birçok toplumun inanç ve güvenlerinin zayıflamasına neden olmuştur.
Monoteist dinlerin temsilcileri olan halife, haham, şeyh, papa, kardinal, kral, hanedan, imparator ve padişahlar, insanların duygu ve akıllarından geçen Allah Adaletini hep ertelemişlerdir. Sürekli idealizmin öte dünya hesaplaşmasına dayanan hayali ve ideolojik hukukla yetinmişler.
Bu haksızlığı görüp alternatif geliştiren Avrupalı felsefeciler, 1789dan itibaren Ana Tanrıça Themisin hukuk anlayış ilkelerini daha da modernize ederek, demokratik evrensel adalet sistemine geçmeye çalışmışlardır.
Ve böylece evrensel demokratik hukuk anlayışı, Avrupalı felsefeci ve bazı siyasi liderler sayesinde, özellikle 1848 yıllarından itibaren hemen hemen tüm batı ülkelerinde uygulanmaya konulmuştur.
Avrupa ve diğer batı ülkelerinde uygulanan bu adalet yapısı, tam istenilen seviyede olmasa da, dünyanın diğer birçok ülkesine göre daha insani ve eşitlikçidir. Bu da evrensel adaletin yolunu büyütmeye yetmektedir. Adaletin böyle bir tarihsel yaşanmışlığı varken, bizim ülkemizdeki adalet acaba ne durumdadır?
Şunu hiç kimse aklından çıkarmamalıdır. Tüm düşünce ve teoriler ne kadar pürüzsüz ve temiz bir dünya görüşüne sahip olsalar da, bunun hayata geçip uygulanması, toplumların kültürel ve eğitim seviyelerine bağlıdır.
Toplumlar sürekli belirli bir din, etnik ve narsist politik çerçeveden dünyaya bakıp ona göre eğitilmişlerse, o toplumlarda en iyi teori ve düşüncelerin hayat bulması oldukça zordur. İşte Türkiyenin adalet sistemi, gerek eğitim yapısından kaynaklı, gerekse geçmişten gelen dinsel kalıplaşma yüzünden, dünyaya ve adalete her zaman dar ve ideolojik bakmaktadır.
Örneğin Türkiye Cumhuriyeti (TC) sözde laik ve çağdaş yasalara sahip olmasına rağmen, hiçbir zaman evrensel değerlere ulaşamamıştır. Bunun temelinde yatan en büyük nedense, toplumun eğitim ve kültürel yapısının din, etnik ve narsist ideolojiye dayanmasıdır.
Çünkü cumhuriyetin sahip olduğu adaletin temel ilkleri, kendisi gibi düşünmeyen herkesi gereksiz, düşman ve ayrılıkçı görüp, en ufak hakları dahi göz ardı edilmiştir. Bu anlayış eski yapısından hiçbir şey kaybetmeden, daha da ideolojikleşerek yaşamayı tek seçenek görmektedir.
Halbuki artık 21. Yüzyılda, dini düşünceler başta olmak üzere, etnik ve ideolojik kutsallara dayanan tüm yapılar, ciddi şekilde dejenerasyona uğramış olup, maddi ve manevi geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiş durumdadır.
Bu yüzden değil midir? Türkiyenin adalet yapısı, her zaman öbür dünya hesaplaşması hayaliyle ve aşırı derecede maddi poltizasyonla yozlaşmış olup, ideolojik hukuk anlayışına saplanıp kalmıştır. Ve savunula gelen o laik ve çağdaş adalet hayalden öteye gitmemiştir. Dünyada bu zamana kadar uygulanmış olan iki adalet anlayış farkını kısaca bu şekilde özetlemek mümkündür.

Cemal Zöngür

Başa Dön