İspanyolca yazan önemli romancılardan olan Juan Gabriel Vásquez, Türkçeye Everest Yayınlarından, Süleyman Doğru tarafından çevrilmiş 275 sayfalık Düşen Şeylerin Gürültüsü kitabını okudum geçen hafta
Kitap: Toplumdan, ferde -bazen tam tersi- ilerleyen dikenli bir yolda insanın geçmişiyle yüzleşmesinin tarifsiz, derin acılarını anlatıyor diyebilirim kısaca. Diğer taraftan yazarımız, İspanyol bir yazar değil, esasen Kolombiyalı bir gazeteci ve çevirmen
Aslında bu tarz romanları isteyerek, severek okuyan bir insan değilim. Bir arkadaşım hediye edince ben de hediye ettiğine göre kesin iyi bir kitap diye istemeye istemeye okudum. Açıkçası okumak için ağırdan aldığım bu kitap okuduktan sonra dimağımda farklı bir tat bıraktı. Hani, İspanyol kültür, edebiyat, sanat, şiir ve tarihine karşı ilgisi olan biri olduğum için okuduğum bu eserle ilgili duygu ve düşüncelerimi sizlerle de paylaşmak istiyorum naçizane
***
Evet, cevabı yüzlerce farklı bakış açısıyla yeni kapılar açan sorular vardır. Zaten soru, hele hele güzel soru ilim kapısının anahtarıdır kuşkusuz. Örneğin, Bir romancı neden yazar? tıpkı TRT spikerlerinin sorusuna benzeyen ama cevabı gerçekten birikim ve düşünce gerektiren bu basit sorunun cevapları her insana göre değişiklik gösterebilir elbette. Nihayetinde her insan bir dünyadır ve ne kadar çok yazar varsa o kadar da düşünce, tasarım ve buna bağlı olarak gelişen bir yazma şekli vardır. Yani, meselenin teknik ayrıntılarını bir kenara bırakacak olursak, yazının iskeletini oluşturanlar: hatırlamak, tahayyül ve hikâyeden ibarettir Bu saydıklarım arasında bana en garip geleni ise hatırlayarak okura hatırlamanın sancılarını anlatmak gelir İlk bakışta çelişkili gibi duran bu tavır aslında büyük ölçüde yazarın işini kolaylaştırır. Yani ona anlatısını istediği gibi esnetebilmesi için bir takım imkânlar sunar, kapılar açar. Anlatıcı da bazen hayalleriyle hatırlayarak kendi geçmişiyle hesaplaşır, bazen de gerçekten tanık olduklarını anlatarak, araştırarak hakiki bir yüzleşmenin peşine düşer. Böylece hem kişisel hem de toplumsal tarihin ayrıntılı bir haritasını ortaya çıkartır. Bu türden geriye dönük anlatı ve romanlar, bu ülke insanı gibi her manada sıkıntılı süreçlerden geçmiş ancak hâlâ geçmişiyle dürüst, kılçıksız, yansız bir bakışla yüzleşememiş toplumlarda örneklerine sıklıkla rastlanılabilir.
Başkalarının acılarını da görmek!!!
Juan Gabriel Vásquezin romanını okurken, bizim toplumumuzu ve daha sonra benzer toplumların ortak acılarını da düşündüm ister istemez.. Şiddet, hukuken ve(ya) vicdanen karşılığını bulamamış suçlar, bu yüzden yaraları hiç iyileşmeyenler; merakları, endişeleri, güvensizlikleriyle hayatın kıyısına itilen kayıp insanlar toplulukları Hâl böyle olunca, kitabın kapağında yer alan o alıntının aslında Türk okurunun çok iyi tanıdığı, ama hâlâ kavrayamadığı durumu yansıttığını düşündüm. Zira, Deneyim ya da deneyim diye adlandırdığımız şey, çektiğimiz acıların envanteri değil, başkalarının acılarına karşı öğrendiğimiz empatidir. diyor yazar, ya da hiç öğrenemediğimiz Bu ise berbat bir tecrübeden başka birşey değildir herhalde!
Düşen Şeylerin Gürültüsünde yazar pek çok romancının yaptığı gibi toplumdan ferde-bazen de tersi- ilerleyen dikenli bir yolda insanın geçmişiyle yüzleşmesinin derin acılarını anlatıyor demiştim girişte. Bu arada Vásquezin okuduğum bu romanı Alfaguara İspanyol Edebiyatı Ödülüne de layık görülmüş. İyi ki de görülmüş. Gerçekten kitabın hikayesi, dili ve kurgusunu çok beğendim, çok sağlam buldum doğrusu Yazarımız kitapta, modern edebiyatın binbir çeşit numaralarını, merak ve gerilim unsurlarını da yerli yerinde kullanmış. 40 yaşlarında bir adamın hayatını değiştiren olaylar zincirini onun iç sesiyle ve bir toplumun, bir dönemin çalkantılarına dair hikâyelerle birlikte okumak romanın düşünsel ve duygusal hacmini oldukça genişletmiş doğrusu.
Gelelim kitabın hikâyesine Kolombiyada 90lı yıllara kadar devam eden, uyuşturucu dünyasının siyaset üzerinde hâkim olduğu, vahşetiyle bütün bir toplumu sarsan dönemin sonunda başlıyor. Genç, ihtiraslı avukat Antonio Yammara, bir gün bilardo salonunda yirmi yılını hapiste geçirmiş Ricardo Laverde ile tanışıyor. Yabancı adam kendisi hakkında pek konuşmaz. Bu tuhaf dostluğun üzerindeki sis bulutları, kime ait olduğunu bilmedikleri bir kaseti dinledikleri Şiir Evinde dağılır gibi olur ama o gün Laverde öldürülür, Antonio ise yaralanır. Aklından bir türlü çıkaramadığı soruların cevabının peşine düşen her insan gibi o da kendisiyle ve yaşadığı ülkenin tarihiyle yüzleşmenin tahammülü zor sancılarını hissetmeye, kendisi hakkında düşünmeye başlar Vázquez, 60lı yıllarda işlenen cinayetlerle uyuşturucu ticareti arasındaki bağı, bir ailenin gizli-açık sırlarını kahramanların hikâyeleri üzerinden muhteşem bir dille anlatır. Bu romanı sadece okura yansıttığı çekici iç ses anlatımı için okumaya değer gördüğümü de eklemem gerekir. Yine Antonionun karısı Aurayı ve yeni doğan bebeğini terk edip büyüdüğü coğrafyanın kanlı hakikatini daha iyi görebilmek için Laverdenin kızı Mayanın yanına sığınmasındaki kırılgan güvensizlik hissi, çaresizliğinin dili gerçeklik içeren bölümlerden daha çok sarstığını da bilvesile itiraf etmek isterim.
Hikâyeyi iç dünyasını samimi bir şekilde açarak anlatan yazarımız, arada durup düşen insanın gürültüsünden de bahsediyor. Örneğin: Hayal kırıklığı er ya da geç geliyor, asla gelmezlik etmedi. Geldiğinde onu fazla şaşırmadan karşılıyoruz, zira bu dünyada yeterince yaşamış olan biri, biyografisinin kendi dışındaki olaylar, başkalarının iradesi ve kendi kararlarının çok az ya da sıfır katılımıyla şekillenmiş olmasına şaşırmaz. En sonunda bizim hayatımıza toslayan (bazen ihtiyaç duyduğu teşviki vermek, bazense en mükemmel planlarımızı paramparça etmek için) bu uzun süreçler, yeraltı suları ya da tektonik katmanların titiz yer değiştirmeleri gibi kendilerini genelde iyi gizlerler ve nihayet deprem gerçekleştiğinde, kaza tesadüf ve kader gibi kendimizi yatıştırmak için kullanmayı öğrendiğimiz sözcüklere başvururuz. diye dile getirmiş
Gerisi, hikâye etme sanatı
Yukarıda alıntıladığım benzer iç sesleri, romanın doğal akışından çıkarırsanız geriye bir kitapla ilgili bildiğiniz olaylar zincirinden başka bir şey kalmaz. O halde başlangıçtaki soruyu tekrar soracak olursak bu anlamda yeni bir romanla, bir klasik arasında niyet anlamında önemli bir fark yok gibi geliyor bana. Nihayetinde, romancı hatıralarıyla hayal eder, kurmaca karakterler yaratır ve kalem ve kelamının gücüyle de söz konusu insanı anlatır. Gerisi hikâye etme sanatından başka bir şey değildir.
Vásquezin, hayatımızı geleceğe doğru yaşayıp geriye doğru anlattığımızı görebildiği için roman yazmayı tutkuyla yaptığını sonradan çıkarttığı eserlerle görmüş oldum. Üstelik, hayal kırıklığını tam olarak iyileştiremeyeceğini, hatırlamanın insanı fena halde yorduğunu bilse de kahramanları aracılığıyla cevabı belli olmayan ve tam da öyle olduğu için acı veren sorular sormaya devam etmesini canı gönülden istiyorum
Kalın sağlıcakla