Güven, şeytani bir plan yapmıştı. Ocak ayıydı. Uzun yıllardır ailesine ait olan bir dağ evine gidiyordu. Çok soğuktu ve kar kalınlığı diz boyunu geçiyordu, ama buna rağmen patikada ilerlemeye devam ediyordu. Planı aksamadan işlerse, zengin olacaktı. Banka soygunundan elde ettiği paraların tamamı ona kalacaktı. Soygunu üç kişi yapmışlardı. Karı koca olan diğer ikisinden kurtulmalıydı. O yüzden bu dağ evine gidiyordu. Adamın adı Osman, karısının ise Serap’tı. Osman, dikkatsiz davrandığı için deşifre olmuştu. Gazetelerde, haberlerde, her yerde resmi çıkmıştı. O yüzden onu bu dağ evine yerleştirmişti. Ona bu evden bahsettiğinde, Osman çok sevinmişti. Çünkü ev, medeniyetin her türlüsünden uzakta, kimsenin olmadığı bir yerdeydi. Osman’ın bilmediği birşey daha vardı. Burası, birilerini öldürmek için ideal bir yerdi.
Güven, eve iyice yaklaşmıştı. Son bir kez daha, cebindeki silahın dolu olup olmadığını kontrol etti. Giydiği eldivenler, sadece soğuktan korunmak amaçlı değildi. Saatine baktı. Birden, bu mevsimde olmaması gereken bir ses duydu: inek çanları. Buraya sadece yazları geldiği için, bu sesleri her zaman duyardı. O yüzden, beyninin ona oyun oynadığını sanıyordu, ama yine de tedirgin olmuştu. İstemeden adımlarını yavaşlattı. Evin bulunduğu otlağa yaklaştıkça, çan sesleri artıyordu. Oraya ulaştığında, gözlerine inanamadı. Üzeri karla kaplı otlakta, gerçekten de inekler vardı. Durdu ve gözlerini ovdu. Her ne kadar inanılmaz da görünse, inekler oradaydılar. Önce devam etmek istemedi, ama sonra, yapmış olduğu planı ve kazanacağı parayı hatırlayarak yürümeye devam etti. İçi rahat değildi, fakat para hırsı baskın gelmişti.
Çatısında birikmiş kar ve kenarlardan sarkan buzların dışında, ev herzamanki gibi görünüyordu. Korkmasına rağmen, planını uygulamayı iyice kafasına koymuştu. Bu düşünceyle, kapıya yöneldi. Kolu bastırdığında açılmasına şaşırdı. Osman’a, kilitlemesini tembih etmişti. İçeri girdi ve koltuklardan birinde oturan bir adam gördü. Bu Osman değildi.
Onun, Osman’ın arkadaşlarından biri olduğunu umarak,
“Siz kimsiniz?”, diye sordu.
“Ben bu evin sahibiyim. Normalde bu mevsimde hiç misafir beklemem, ama siz bu kış ikinci kişi oluyorsunuz.”.
“Siz ne demek istiyorsunuz? Burası benim aileme ait.”
“Hmm... ne tesadüf! Belki yazları öyledir, ama kışın da burası bana ait.”
“Hayır, bu ev her mevsim aileme aittir.”
“Açık konuşmak gerekirse, ben de bu ailenin bir parçasıyım. Sadece öleli bayağı uzun bir zaman oldu.”
“Çok komik.”
“Komik olan fıkralardır, oysa ben fıkra anlattığımı hatırlamıyorum. 1925 yılında, birkaç cinayet işledikten sonra, kaçarak buraya saklanmıştım. Jandarma izimi buldu ve beni tam burada kıstırıp vurdu. O zamandan beri, her kışı burada geçirmek üzere lanetlendim. Yaptıklarımın karşılığında çok ağır bir ceza bu. Bu virane yerde, ölüm ile yaşam arasında kalmak nasıl bir şeydir bilir misiniz?”
Güven herşeyi anlamıştı. Kaçığın teki, büyükbabasının hikayesini duymuştu ve ona bir oyun oynuyordu.
“Osman nerede? Ona ne yaptınız?”, diye sordu.
“Şey... bu da başka bir hikaye. Anlattıklarımı duydunuz. Aldığım cezanın pek hoşuma gitmediğini tahmin edebiliyorsunuzdur. Nihayet, bundan kurtulmanın bir yolunu buldum.”
“Bunun Osman’la ne ilgisi var?”
“Bunu size, yemek sırasında anlatırım.”
“Ben aç değilim.”
Sözde ev sahibi Güven’e kızdı:
“Aç olup olmadığınız umurumda bile değil. Önünüze ne koyarsam yiyeceksiniz.”
Biraz korkmuş olan Güven “Tamam”, dedi. Aslında açtı ve bir şeyler yemek, fena olmazdı.
Kaçık olduğunu düşündüğü adam yan odaya geçti ve elinde bir tabakla geri döndü. Üzerindeki şeyin ne olduğunu anlayamadı.
“Nedir bu?”, diye sordu.
“Bu, arkadaşınızın karaciğeri.”
Güven kulaklarına inanamıyordu.
“Ne? Çıldırdınız mı siz? Ona ne yaptınız?”.
“Sizin de yapmayı düşündüğünüz şeyi yaptım. Onu öldürdüm.”
Güven silahını çekerek emniyetini açtı ve adama nişan aldı.
“Uzak durun benden, yoksa ateş ederim!”
“İsterseniz deneyin.”, dedi adam ve elindeki tabakla Güven’in üzerine doğru yürüdü.
“Sizi uyarıyorum! Yaklaşmayın bana!”, diye bağırdı, ama sözleri adama ulaşmıyordu. Çünkü o, hala ona doğru geliyordu.
Güven korkuyla tetiği çekti, fakat kurşun adama değil, arkasında bulunan ahşap duvara isabet etti.
“Gördünüz mü? Hiçbir işe yaramadı. Beni öldüremezsiniz. Ben zaten ölüyüm.”
Adam, daha doğrusu hayalet, Güven’e öyle bir güçle vurdu ki, onu odanın diğer köşesine fırlattı. Doğrulmaya çalıştı, ama başaramadı. Hareket edemiyordu. Yanına gelerek, Osman’ın karaciğerini eline alıp, ağzına tıktı, ama Güven, zorla yuttuktan hemen sonra tekrar dışarı kustu.
“Ne oldu? Yemeğin tadını beğenmedin mi? Yazık. Açıklamama izin verin. Cezamdan kurtulmak için, birkaç suçluyu cehenneme göndermek zorundayım. Arkadaşınız zaten orada. Kısa bir süre sonra, siz de onun yanına gideceksiniz.”
“Durun, bekleyin! Osman’ın ölmesi, sizin kurtuluşunuz için yeterli değil mi?”
“Malesef hayır. En az üç kötü insanı öldürmem gerekiyor.”
“Hayır, hayır... beni öldürmeyin!”, diye yalvardı Güven.
“Canınızı bağışlayabilirim, ama bunun için bana bir şeyler vermeniz gerekir.”, dedi. Biraz düşündükten sona, “Tamam. Saatinizi çok beğendim. Onu verin bana.”
Güven, kolundaki saati çıkardı ve ona uzattı.
“Alın. Bu saat, el yapımı, paha biçilmez bir parçadır.”
“Biliyorum.”, dedi hayalet ve saati aldı. “Ha, bu arada, silahınızı da alacağım. Şimdi defolup gidin buradan ve bir daha geri dönmeyin.”
Güven ayağa kalktı ve evin önünde otlayan ineklerin arasından koşarak uzaklaştı.
Aradan aylar geçti ve bir bahar günü, Güven’in evinin kapısı çaldı. Kapıyı açtığında, karşısında Osman’ın karısı Serap’ı gördü.
“Merhaba Serap.”
“Jandarma onun cesedini buldu.”
“Kimin cesedini?”, diye sordu Güven.
“Kocamın cesedini. Dağ evinde öldürülmüş. Sendeki silahın aynısıyla vurulmuş.”
Güven, tedirgin bir sesle, “Bendeki silah mı? İyi de, ondan sadece bende yok ki. ”
“Doğru, ama Jandarma bir de saat bulmuş. Senin saatini. Onu sen öldürdün!”
“Dur, bekle. Bu doğru değil. Onu ben öldürmedim, ama kimin öldürdüğünü biliyorum.”
“Öyle mi? Peki, kim öldürmüş onu?”
“Söylediklerime inanmayacaksın, ama hepsi gerçek.”
“Kim öldürdü?”, diye sordu Serap ve çantasından çıkardığı silahı Güven’e doğrulttu.
Güven korkuyla, “Onunla ne yapacaksın?” , diye sordu.
“Cevap ver!”, diye bağırdı Serap.
“Şey, onu öldüren bir hayaletti.”
“Daha iyi bir bahane uyduramadın mı?”, dedi Serap ve tetiği çekerek, Güven’i iki kaşının ortasından vurdu. Sonra silahın namlusunu kendi ağzına sokup, bir kez daha ateşledi.
Çok uzakta bir dağ evinde, bir hayalet, onu özgür kılan zekasına hayranlık duyuyordu ve 83 yıl süren esaretten kurtulduğu için çok mutluydu.