Henüz demlenmemiş bir sabah... İskir gitti... Bugün İskirin gittiğinin üçüncü günü (11 Haziran 2003). İskir ardına bile bakmadan, kulaklarındaki buruk turuncuyu bize bırakıp, küçücük aralıktan uçtu gitti. Eve geleli yirmi gün kadar olmuştu. Daha önce atölyedeydi. Biraz ürkekti ama genellikle halinden memnun görünüyordu. Ürküsünü ağustos böceği gibi uzun ve gevrek ötüşünden ve sırmalı üç kuble ibiğini iyice dikleştirmesinden anlardım. Balkona çıkardığımda en çok guguk kuşlarına yanık ezgili ötüşüyle, kumrulara da kanat çırpışıyla yanıt verirdi. Kafesinde kanatlarını öylesine uzun açardı ki ben bile bu kadar geniş kanatları olduğuna şaşardım bazen...Belki de uzun zamandır içindeki beni ona özgürlüğü fısıldıyordu, bazılarımız gibi. Çikolata renkli kafesini çok sever, çoğu zaman dışarıya bile çıkmak istemezdi. Çıktığında da kafesinin çevresinde gezinir dururdu. Uçmak istemediğini hatta uçmayı unuttuğunu bile düşünür, odanın içinde uçurmaya çalışırdık. Neredeyse zamanının tamamına yakınını aynalı merdiveninin üzerinde geçirir, saatlerce aynadaki aksiyle konuşurdu. Belki de aynadaki aksi ona uzaklardan öyküler anlatıyordu. Başka yaşamlardan, başka diyarlardan, bambaşka baharlardan söz ediyordu...
Aynadaki aksine güvenip güvenmemekte tereddütlüydü ki günlerce aksiyle karşılıklı konuşur, öteki beninin samimiyetini anlamak içinmimiklerini izler, gözleriyle gagasının aynı şeyi söyleyip söylemediğini anlamak için dikkatle süzerdi. Yansımaların her zaman doğruyu söylemediğini o da anlamıştı. Çünkü sağ yanını solda, sol yanını sağda gösteriyordu ayna...
Sanırım günlerce aksiyle bu çatışmayı yaşadı. Bir yanda doğup büyüdüğü, temel ihtiyaçlarının karşılandığı fakat sınırlarını başkalarının çizdiği evi, diğer yanda aksinin fısıldadığı başkalar...
Başkalar rengarenk fiyonklarla süslenmiş kutuydu, içinden ne çıkacağı belli olmayan, sürprizlerle dolu olan. . Her gün biraz daha artıyordu heyecanla yoğrulmuş cesareti, fiyongu bir ucundan çekip açıvermek için. Ve işte o gün geldi. Aynadaki aksine gülümser bir edayla son kez baktı, vedalaşır gibiydi kendiyle, fiyongu bir ucundan gagasıyla yakaladı, bir saniye bile sürmeden açıverdi. Açık kapısından süzüldü kafesinin, odanın içinde bir küçük uçan daire çizdi ve kapının üzerindeki on santimetrelik camsız bölmeden uçup gitti...
O gün paramparça oldum. Evrenin ağırlığı yürek çırpınışlarımın yanında hafif kalıyordu. Akşama kadar bahçedeki otların ve ağaçların arasında onu aradım.Balkona çikolata renkli kafesini koydum bekledim, bekledim, bekledim... Gideli üç gün oldu hala bekliyorum.
Beklerken içimden birbiriyle çarpışan pek çok cümle geldi geçti. Kimisi konakladı, kimisi yalpaladı, kimisi de deldi geçti... Açtığı fiyongun içinden çıkan onun aradığı mıydı acaba? Daldan dala uçabilecek mi? Ne yiyip ne içecek? Günlerce bir dalda asılı aç mı kalacak? Yoksa yere düşüp.....? Bir sevgili özlemi miydi yıllardır yalnızlığı? Eğer öyleyse aradığı aşkı bulabilecek mi? Yoksa dürtülerine ya da cinsellik zaafına yenik mi düştü? Kır çiçeklerine mi vurgundu? Ateş böceklerine mi? Yozlaştırdığımız kanatları onu kaç gün uçuracaktı? Yemek için ay çekirdeği nereden bulacaktı? Yolculuğu ay çiçek tarlasından geçecek miydi? Geçse bile ay çiçekler yenebilecek olgunlukta olacaklar mıydı? Diğer kuşlar onun babacığım diyen ötüşünü kıskanıp, buruk turuncu kulaklarını hoyratça gagalayacaklar mıydı?.....
Başkalar ona yabancı, o başkalara yabancıydı... İki yabancı bir araya gelince ne olacaktı?...
Bütün bu soruları ardında bıraktığını bilmeden İskir uçup gitti...
KİRAZ KIRMIZISI BEKLEMEK
Gece balkonda yarısı koparılmış gümüş mehtaba karşı İskiri beklerken buruk turuncu, birden aklıma geçtiğimiz hafta sonu gittiğimiz Gümüşsü (Homa) Şelalesi geldi.Önce Denizli den Çivrile gittik. Oradan da yirmi kilometre uzaklıktaki Işıklı Gölünün kenarını dolaşarak, gölün kenarında kurulmuş olan Beydilli Köyündeki bir balık lokantasında oturduk. Galeta unuyla kızartılmış levreklerimizi yedikten sonra on kilometre kadar daha uzaktaki Gümüşsu Şelalesine gittik. Düşey ve yatay kurblardan oluşan asfaltı eskimiş yoldan çıktıktan sonra bir düzlüğe geldik. Tahminimce Akdağın ortalarına kadar yükseldik. Şelale hala yüksekteydi. Biçimini ve rengini mehtaptan aldığı her halinden belliydi. Gümüşi renkte, hilal çizerek çağıldıyordu, Akdağ tepelerinden. Suyun düştüğü yere sekili arklar yaparak düzlük boyunca akıtmışlardı. Ayaklarımı soktum, temmuz sıcağında kar ayazı gibiydi. Çağıltısı Akdağın heybetini, ayazı kar şerbetini andırır türdendi...
Düzlük alanda dolaşırken birdenbire etrafı kerpiç duvarla çevrili, şelaleye bakan bir bahçeden sarkan dut ağacına gözüm takıldı. Kocaman kocaman dutlar sallanıyordu. Dala uzanıp birkaç tane yedim. Emin Güler Hocam da yedi. Ve İçerde kiraz da var dedi. Bahçe kapısına yöneldi. Ben de gittim. Tam kiraz ağacına elini uzatmıştı ki tiz bir yaşlı kadın sesi duyuldu.Elleme onu. Baktım sıska, miniminnacık bir nine elinde sopayla kiraz ağacının dibinde oturmuş, kirazları bekliyor; kimbilir kaç gün ve gecedir!... Bahçedeki herşeyden yiyebilirsiniz ama kirazdan değil dedi, tiz sesine kırırşık yüzünü karıştırarak. Almanyadan oğlum gelecek, o çok sever onun için bekliyorum. Nine oğlu için gecesini gündüzüne katıp annelik özverisiyle ağacın altında kirazları bekliyordu... Hemen gecede ortak bir yanımız olmuştu adını bile bilmediğim nineyle. Ben de İskiri bekliyorum dedim kendi kendime. En çok da ürküsüne titreyerek...Giderek bekleyişim Gelmese de olur, iyi olduğunu bileyim yeter e dönüşmeye başladı...Bir hafta geçti, acaba ninenin oğlu geldi mi Almanyadan? Yoksa hala bekliyor mu? (Nine için sevgisinin gücünü kattığı kadmiyum kırmızısı kirazlar, fiyongunu açmış oğul için manavın vitrininde sıralanmış sebze meyvalardan herhangi biriyse...) İskir geri gelecek mi? Kirazlar ağaçta kuruyup, bahçeyi kiraz kırmızısına mı boyayacak ?....
Hepimiz gönüllü bekleyenler ordusu değil miyiz aslında? Hep birilerini, bir şeyleri, yarınları beklemiyor muyuz? Pek azımız beklediğimize kavuşuyoruz belki de. Hayal kırıklıkları, her beklediğimiz durakta yüreğimizdeki çizgiyi daha da derinleştirmiyor mu?... İçimizdeki aynanın bilinmedik baharlarına sürüklediğinde öetki benimiz aslımız hep beklemekten yana değil mi? Kaçımız İskirin gösterdiği cesareti gösterip yaşamımız pahasına fiyongu açabiliyoruz? Hatta beklediğimizi kaçırdığımız duraklarda koşmak yerine bir sonraki vagonu beklemiyor muyuz, türevi olduğunu bildiğimiz halde?...
Saat sabahın beşi... Guguk kuşları çoktan ötüşmeye başladı... Kulağım onlara cevap verecek bir kırıntı bekliyor balkonda....
Uzaklardan tiz bir ses yankılanıyor Elleme onu!...
YEŞİLİMSİ SARIYA ALIŞMAK
İskir gittiğinden beri Maviş kendi kafesinde durmadan feryat figan. İkisi ayrı ayrı kafeslerde ama iki buçuk yıldır hep yanyana komşu oldukları için birbirlerine çok alışmışlardı ve ayrılmıyorlardı. Birisini alıp başka odaya götürsem, diğeri başlıyordu çığlık atmaya. Yıllarını paylaştığı ve artık dostluğuna güvendiği arkadaşı onu terk etmişçesine yalnızlığın paylaşılmaz hüznünü eklediği garip bir ses tonuyla ötüyordu. Hiç durmadan babacık diye çağırıyordu adeta. O da bekliyordu İskiri. Ne yapacağımı bilemedim. Ve aklıma bir tane daha muhabbet kuşu alıp Mavişin kafesine koymak geldi. Dün ilk iş olarak kuş satan dükkana gittim. Yaşadıklarımı anlattım.Anlattıklarımla uzaktan yakından ilgilenmeden içi boşaltılmış ses tonuyla siz beğenin biz verelim dedi satıcı. Oradan bir tane yeşilimsi sarı bir kuş gösterdim.Dişi olup olmadığını sordum. Dişi dedi. Alıp eve getirdim.Adını da kendimce Yeşim koydum. Yedi aylık olduğunu söylemişti. Mavişin kafesinin içine bırakıverdim. Maviş neye uğradığını şaşırdı. Bunca zamandır kafesinde yalnızdı. Kafesin köşelerine kaçmaya başladı. Ürktü. Belki de temkinli olmak istedi. Endişeli gözlerle bakıyordu. Çıkardım, elime aldım, biraz öpüp okşadım, konuştum, sakinleştirmeye çalıştım. Sustu... Yeni konuğumuza Yeşim diye birkaç kez seslendim. Aldırış etmedi. Belki de daha önceden başka bir adı vardı...Eyvah!...
İlk adına bile saygı duymadan kendi yaşının neredeyse üç katı büyüklükteki bir erkeğin yanına hapsetmiştim onu. Bir an beynimde çakan şimşeklerin şavkından ürktüm. Tanrım ben ne yaptım?... Gencecik bir kız. Yaşamının pembe penceresindeyken , hoyratça camı kırıp onu almış ve bilmediği tanımadığı hatta fiyongunu bile kendi açmadığı bir yaşama bırakmıştım . Ayşeler, Fatmalar, Asiyeler, Emineler, Zeynepler,...gibi....İki yabancı aynı odada ne yapacaklardı.Belki biri diğerine ısırgan otu gibi kokacak, diğerinin tırnakları ötekine çuvaldız gibi batacaktı. Belki yaşlı, genci baba şefkatiyle kucaklayacak, fakat genç kendisine on iki yaşındayken tecavüz eden üvey babasını hatırlayarak bu kucaklamadan ürkecekti.Belki de yılların yalnızlığının ağırlığı yerine, gencin önünde eğilecekti Maviş. Ya da susamışlığın ızdırabına yenik düşüp hoyratça erkekliğini gösterecekti ona. Yeşim de bu acıları biriktirip bulduğu ilk fırsatta onu terk ederek öcünü alacaktı kim bilir!..Ya !.... Yeşim erkek kardeşlerinin arasında erkek gibi büyütüldüyse, sekiz kızlı ailenin dokuzuncu kızı olarak dünyaya gelip erkek özlemiyle , ya da tek çocuk ise ve erkek egemen toplumda her zaman kendini savunması için ve hatta kimliğini aşağılayan bu toplumdan erkek gibi kız damgasını taşımak adına erkekçe yetiştirildiyse; baskılarla gelişen bedeninde genleri de baskılara eşlik ediyorsa, onu hemcinsiyle birlikte yaşamaya itiyorsa ne olacaktı?... Veya Maviş yıllardır hapsedildiği yalnızlığında yaşama küstüyse, kimseyle birlikte olmamaya yemin ettiyse, yozlaştırdığımız için belki de nötrleştiyse ne olacaktı?... Ona sunulanı tanrının bir lütfu olarak algılayıp sevinçten koltukları mı kabaracak, yoksa iç dengelerini mi arayacaktı onda?...
Yüzlerce, binlerce eyvah!....
Turuncunun arzusuna ulaşmasını, kirazın kırmızısına kavuşmasını, Mavişin yeşilimsi sarıya alışmasını bekliyorum!...
--------------------------------------------------------------------------------