Dönüp dolaşıp o sayfayı açıyorum. Bilerek yapmıyorum bunu. Ne zaman o kitabı elime alsam, gözlerim hep o kelimeye takılıyor. "Beklemek..." Kitap sanki bana bir şeyler anlatıyor, bas bas bağırıyor "bekle!" diyor.. Bu sözcüğün tek başına ne kadar amlamlı ve ne kadar etkileyici olduğunu bu yazıyı yazarken anlıyorum. Şimdi bu kelimenin genişliğini anlayacak kadar kafam çalışmıyor.
"Beklemek" lazım...
O kadar çok şey gizli ki bu kelimede.. 'Tek kitaplı adamdan kork diyor Bertrand Russell' Gerçekten de benim kitabımın bu olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Ne zaman kalemi elime alıp bir şeyler yazmaya kalksam kafamda bir şeyler dank! ediyor; "bekle..."
Neyi beklemek bu? Gelecek olanı mı, bir sonu mu, içimdeki gölün dolmasını mı?.. Peki doldu diyelim.. Sonra yine mi bekleyeceğim; o içimdeki gölün taşıp akmasını...
Uyumak için geceyi beklemek, çalışmak için sabahı, memur, işçi ay sonunu, köylü harmanı, ağaçlar baharı, çay demini, kitaplar okunmayı bekliyor tozlu raflarda...
Akrep bir türlü ilerlemiyor; yelkovanı bekliyor çaresiz.. (Ben sabahın olmasını istemiyorum bir an) Güneş doğmayı bekliyor şafak vakti; acılar içinde.. Yıldızlar fark edilmek için karanlığı. Asker teskeresini, mahkum cezasının bitmesini... Yani uzun sözün kısası hayatın her anında, her safhasında sürekli bir "beklemek" var beşikten mezara...