Arabamdayım. Yol uzun. Radyom açık. Derken bir türkü çalmaya başladı. Orhan Hakalmaz'ın söylediği bir türkü;
Ankara'da yedim taze meyveyi
Boşa çiğnemişim yalan dünyayı
Kesin'den düşsünler benim künyeyi
Söyleyin anama anam ağlasın
Anamdan gayrisi yalan ağlasın
Trene bindim de tren salladı
Zalım doktor ciğerime elledi
İyi olursun diye köye yolladı
Söyleyin anama anam ağlasın
Anamdan gayrisi yalan ağlasın
Bu türküyü dinlerken yıllarca Ankara hastanelerinde karşılaştığım manzaralar gözümün önünde canlandı. Bir oda düşününün beyaz badanalı, içinde demir bir karyola, ilaç kokuları sinmiş bir yer. Soğuk ve iticidirler. İçinde hasta olmak için yapılmışlar, iyileşmek için değil. Yatağın yanında bir sehpa veya etajer vardır. Üzerinde ziyaretçilerin getirdiği birkaç poşet, içlerinde genellikle portakal veya elma olur. Varsa bir de kolonya.
Keskin'den gelmiş benzi soluk hasta elmadan bir dilim alır, ağzında elmanın verdiği tadla birlikte, hayattan kopartılmışlığı temsil eden o odada yapyalnızdır. San ki hastalığını daha derinden hissetsin istenir gibi... Çaresizliğini anlar ve ölümü hisseder. Künyesinin silinme vaktidir.
Hastaneden köye dönüş trenle olur. Gerçekten de trenle olur. Tren Sıhhiye semtinin tam ortasından ve hastanelerin önünden geçer. Tedavi olmamıştır. Ama köye gidiyordur. Kaçınılmaz sonu hissederek gider. Hastanede çaresizliğini görmüştür. Çaresizlik, umutsuzluk ve yalnızlık iç içe... Köye ölümü beklemeye döner...
Anadolu'da hastane hikâyeleri genellikle dram hikâyeleri olur... Analardan şefkat ve ağıt beklenir, Doktorlara ise hep sitem vardır.