ALİ’NİN ÜTOPYASI ve DİĞER ÜTOPYACILAR

Deli oldum bunu bitirmek için, iğrenç şeyler barındırır, yayınevine yolladım bunu, bir romandan çıktı bu uzun öykü, ayrı da basılabilir, ilk defa bu kadar iğrenç bir metin yazdım.

yazı resim

Ali, bar işletiyordu kasabanın birinde. Bol ağaçlı, dağın aşağısındaki düzlükte kurulu kasaba kiremitli çatılarıyla, beyaz badanalı daha çok bir katlı yapılarıyla kafa dinlenilecek türden saf bir kasabaydı. Burada renkli, haraketli bir hayat yoktu. Sıra dışı ve ilginç bir şey barınmazdı burası. Gece hayatını daha çok havlayan ve oyun oynayan köpekler ve anıran eşekler renklendirirdi. Kasabanın sıra dışı tek yapısı bardı. O da sırlar alemine giriş gibi bir yerdi. İkinci üçüncü el eşyalarla donatılmıştı. Şirin ve çekiciydi. Böyle bir yere hiç ayak basmamış bir kasabalı ya da dağlı için büyülü sayılırdı. Karanlık sisli atmosfer içinde, göz alıcı başı ışıklar, ışık yansımaları, gözü ve aklı kör edecek türden ışık oyunları. Leş gibi iğrenç parfüm kokusuyla bayat, kırışıklı suratıyla bir kadın şarkı okur, sesi berbattır, erkek sesine benzer sesiyle, muazzam sahne hakimiyetiyle kraliçe gibi hisseder kendini, içerdeki birkaç baygın ve mutsuz bakışlı adama bir şeyler söyleyip onları coşturmaya çalışır, hayatından bezmiş birkaç adam avanak ve bomboş bakışlarla içkilerini yudumlarken, “biz ne için geldik bu hayata? Abla sence ne? Senin de işin bitmiş ama” dercesine teslim olmuştur solistin karga sesine, şarkıdaki üzüntüye ya da şenliğe. Birkaç kişi de kasabaya iş için gelmiştir, gitmeden önce içmek istemişlerdir. Barda kokuşmuş hayatın ve şerefsizce akıp giden insan ilişkilerinin ve her kötü şeyin ötesinde iyi kalmış iki şey vardı, bu ışıklı ama karanlık sisli yerde iki konsomatris çalışırdı, bu şansını arayan iki kız ne olursa olsun devam etmeye çalışır ve fena biçimde arızalı olan ve içkiyi seven tiplere eşlik ederlerdi. Eşlikçilikle para kazanan hoşsohbeti bilen, adeta insanın zehrini çekip alan güleç yüzlü kadınlardı.
Biri şişmandır, gözü kaşı yerinde bir esmerdir, memelerinin yarısı dışardadır, pembe tayt giyer. Diğer konsomatris çok zayıftır, genelde siyah giyer, burnunda hızma taşır, iri kara gözlerine sürme çeker ve gözleri eşek gözü gibi iri görünür, derin ve sabit bakışları vardır, göz kırpmadan uzun süre insana öyle bakar ki; muhatabı şaşırabilir, korkabilir belki ama bu incecik kız çocuğu gibi kadın ağzını bir açtığında öyle şeyler anlatmaya başlar ki; muhatabını çocukluğuna götürüp güldürebilir, onu acıklı hikayelerle ağlatabilir, karşındakine öyle enerji salar ki öyle güven verir ki muhatap en karanlık sırlarını anlatarak (günah çıkarma) rahatlama yolunu seçe bilir, bir yoldaş bulduğuna inanarak coşabilir ve içmekten daha çok o kara gözlerden yansıyan şefkatli ruhsan büyük haz alır ve daha çok içer, zaman ve gerçeklik kavramından uzaklaştıran bir ruh saçar masaya zayıf kadın. Makyajı simlidir. Asil görünür. Gülüşü çok hoştur. Ses tonu da. Kibardır bütün hareketleri, incelikle tasarlanmış gibidir varlığı. Az önce 150 sanatçıyla bir galeride söyleşi geçirmiş bir ressam gibi izler ve dinler içen adamları. İçer adamları, bakarak içer adamları. Uçurur onları bakarak. Yüreğini vererek bakarak. Sürekli kitap okur ve bilgilidir ve fal bakar. Sezgisel olarak bir şeyler söyler. Ve dedikleri de çıkar. Saçtığı bir çocuk ışık da vardır, 12 yaşlarının yaz gecelerinden kalan, o karşısına çıkan kişiye göre konuşmasını bilir, o kişinin ruhunu ve kalitesini, ruhun ona kelebek gibi yürüyüşünü hemen fark eder. Çok hoşlandıkları bir müşteri çıkarsa barın arkasındaki kulübeye götürüp sevişirler, para mara hiç sorun olmaz, müthiş can sıkan bu kasabada, bu ıssız ve zaman geçmek bilmeyen yerde insan ister istemez bir bunalıma yakalanır ve geçici bir sevgili hayal eder, insan bir kaçamak yapmak ister, bir günaha girmek, bir suça, bir heyecanlandıran bir şeye, bir tehlikeye şeye, saçmalığa ya da deliliğe, dört nala koşan bir ata bulaşmak ister. Sürmeli kadın birçokları gibi içindeki boşluğu doldurmak için içki içer, sigara. Masasına oturduğu adam nitelikli biriyle o gece mutlu olur ya da o içi çirkin adamın iyi yönlerini dikkate alıp can sıkan yönlerini görmezden gelir, birilerinin birilerini idare etme dünyasıdır, alttan alma ve hoş görme… Patron, eş, çocuk, zıkkımın biri… itin biri… Evet, sürmeli kadının hoşlandığı türde biriyse (böylesi yıllarca görünmez) adamın anlattığı bir hikayede ya da kendi anlattığı hikaye, çocuklukta kaybolabilir, kendini tertemiz hissedebilir, ergenlik zamanlarının ilk haftalarına dönüp ayna karşısında saçlarını tarayabilir, uzun güzel yaz geceleri yatakta uyumaya .çalışırken balkona çıkıp gökteki yıldızları biraz izleyip sonra bir bardak su içip mutfakta ve tuvalete gidip huzurla uykuya daldığı anlara tekrar dönebilir sürmeli kadın ya da şişman kadın… büyük mücadeleleri sonunda geldikleri yüksek nokta bu piç bar mı olacaktı? O hayat dolu ergenlerin itibarı bu barda mı çizilecekti, hayat onlara bu paye mi uygun görmüştü ya da onlar geri zekalı mıydı? İnsan bunu, bir pislik barı niçin kabullenir? Gidecek başka bir yeri, işi olmadığı için. Ruhu ve kalbi güçlü, karizmatik adamlar nadir de olsa çıkar gelirdi buraya, yolu düşerdi bu okyanusun derinliklerindeki bir mağara gibi duran kokuşmuş bara, böyle yerlere daha çok hayatta kaybolmuş ve niçin yaşadıklarından haberi olmayan kalın kafalı adamlar gelirdi. İçerek vakit geçirmek için. Kimisi kötü kalpliydi. Hayatta kalmak için her şeyi yaparlardı çıkarları için. Kimi bitikti, uyuşuktu ruhları.
Çeşit çeşit insan düşerdi buraya, bazısı sevgilisiyle gelirdi. Altın kalpli insanlar gelirdi, biraz içmek ve sakince kafa dağıtmak için, ay ışığı ıslığı gibi bakan genç barmen ışıldayan masmavi gözleriyle hizmet ederdi, genç bir marangoz, yaşlı bir tır şoförü, kasabaya mal bırakan bir başka tüccar, bir gezgin. Neşeli beş Rus turist.
Bar akşamları açıktır ve sabahın aydınlığı gelmeden kapanır, akşam geldiğinde bar ininden bakan genç bir kurt gibi bakar dünyaya ve kasabaya, genç kurt evreni tanımak, keşfetmek ister ve ininden az çıkınca başını kaldırıp gökyüzüne bakar ve korku ve şaşkınlık, büyülenir ve fırlayıp girer deliğine. Akşam geldiğinde loş bir atmosfer hayata adım atar barda, serin ormanın pusu gibi ışıklar. Ve akşamları kasaba çok can sıkıcı olur, ruhu sıkar mengenesinde. Cansızlık ve hiçlik duygusu ağır basar her şeyde, her yerde. Her şey itaat etmek zorunda kalır böyle amansız gecelere. İnsanın içinden kendini öldürmek geçer, insan korkar kendinden, insan bir duanın ayakları dibine kapanmak ister. Tozlu yollarda ay ışığının kıpırtıları. Bir kirpinin ilerleyişi…

Ali’nin yolu buraya düşmüştü bir kere ve
barı açmıştı. Buradakiler böyle bir şey hiç bilmiyordu, Ali, bu işleri yapmıştı yıllarca değişik şehirlerde, daha sakin ve ıssız bir yer arıyordu ve buraya bir dostunu görmeye geldiğinde burayı çok sevdi ve burada yaşamaya karar verdi. Bu az gelişmiş kasabanın gelişmesini istiyordu. Ama insanlar buradan kaçıyordu. Büyük şehirde onları çeken çok şey vardı çünkü.
Issız yerdeki kasabanın değerini de ancak Ali gibi büyük şehirlerin acısını tokadını yiyenler bilir.

Ali, bir masada dostu Komiser Necdet’le sohbet ediyordu.
“Bu kasabaya yeni binalar lazım, insanlara iş olanakları lazım, fabrika kurmak lazım,
Tarım, hayvancılık ileri düzeylere getirilmeli.
Necdet, içkisinden bir yudum aldı, sigaradan çekti, güldü hafifçe.
“Devletin buralara yatırım yapması lazım.
“Burası kırsal, burada büyük işler olmaz” dedi, Necdet, “İnsanlar yatırım yapacak önce. Devlet hibe desteği veriyor. Çok iş yapmak istiyorsan barı kapatıp büyük şehre gideceksin. Şimdi yine açmayayım o meseleyi.” Dedi gülerek, seninle dalga geçtiğim için kızacaksın.” Güldü.

Ali, küfür etti: “Her şey para değil ki. Ben burada yaşamayı seçtim ölene dek… Sorun yok, açalım o meseleyi, sorun yok.” Güldü, “Ne kadar aptal ya da acınası olduğumu dışardan film izler gibi izlemek çok eğlenceli geliyor bana da.
sahi mi?”
“Evet.”
“Sen aptal ve acınası değilsin Ali. Tanıdığım en değerli ve çivi gibi karakterli tek adamsın.”
“Sen de öylesin Necdet, o yavşak belediye başkanıyla konuşmasaydın burayı asla açamazdım. Şakasına dedim kendime acınasıyım diye Şu malum konuya gelelim:
Evet, bu muhteşem yere getirdiğim bütün güzel karı ve kızlar kaçıp gitti. Kimlerle gittiler dersin? Fakir, yalancı ve çirkin tiplerler kaçıp gittiler. Kimse burada durmak istemiyor. Onlar buranın huzur veren ruhunu göremeyecek, taktir edemeyecek kadar körler. Kalan ikiyi de görüyorsun, cenaze gibiler.
Necdet, gülmeye başladı.
Şöyle dedi: “Antik bir yağmur dansı gibi kabilenin.”
Ali, içkisinden bir yudum aldı kendini keriz gibi hissederek, sigarasından kısa bir nefes alıp Necdet’e püskürttü. Sevecen bakış atıyordu ona. Çocukça sevecek bir bakış. Necdet, bu bakışı çok severdi.
“Söyle Ali, sürmeli ve şişko antik bir yağmur dansı gibi mi?”
Ali: “Dalga mı geçiyorsun?! Ya bırak! Yüreğinle ya da ruhunla bakarsan tabi ki öyle.”
“Filozofluk yapma Ali. Hani bana gitmeden ne dedin, onlar kaçıp gitti üzülme, bu kez en güzellerini getireceğim dedin, antik bir yağmur dansı gibi kabilenin dedin. Ne oldu, bu ikisini getirdin?”
“Ya getirmek dedim; ama bunlar yapıştılar, bunlar şans, bahta çıkan en güzelidir. Bir işe yararlar dedim, gidecek yerleri yoktu, şişman rejim yapar zayıflarım dedi, hayalet gibi bakan sıska da makyaj yaparsam şeytan gibi bakar ve öyle çekici konuşurum ki dedi. Güldüm. Şeytan gibi bakarsan kaçar gider adamlar dedim, şeytan gibi çekici demek istedim dedi. Ağzı iyi laf yapıyordu, konuştukça sevdim onu. İçimi ısıttı, çocukça bir hava vardı laflarında, havasında. Çok dayak yemiş babasından. Bana abi demesinden çok hoşlandım. Diğeri de abi diyordu. Bana abi diyen kızları başka türlü sevmişimdir… İçtik sohbet ettik. Ağladılar anlattılar ağladım, çok çekmişler birilerinden bir şeylerden.
Ne yapayım aldım geldim bunları, pişman da değilim. Çok güzel olsalar birileri sahiplenip öldürmek isteyecek, olay çıkacak, birileri yaralanacak ya da ölecek.”
“O sarışın mavi gözlü kıza çok fena aşık oldum.”
“Rasta saçlı gezginle kaçtı gitti.”
“Onu unutamadım bir türlü. Sevişelim dedi. İyi hissetmiyordum yarın olur dedim, ertesi güç kaçıp gittiğini duydum.”
“Ama dedim sana bu kıza zor kullanman şart. Kaçıp gider diye. Onu alıp bodruma kapatmalıydın, vur ayağına zinciri, yemek ver su, köpek gibi. Onu hamile bırakana kadar devam edecektin ve bir çocuk doğuracaktı, orada zincirli kalacaktı, ne vakte kadar, sonsuza kadar.” Güldü, Gizli Dünya’n olacaktı.”
“Ne yazık ki sen delinin tekisin dedim sana o zaman.”
“Gül gibi mehtap gibi kız kaçtı gitti itin biriyle. O kızı sürekli birileri yatağa atacak. Sen onu zincirle bodruma kapatsaydın bir hayatı olurdu, şimdi ne olacak, alkolik ve uyuşturucu bağımlısı, uyuşturucu parası bulmak için önüne gelenle yatacak ve sonunda aşırı dozla geberip gidecek. Onu getirdiğim ilk gün dedim sana. Çünkü onunla sohbet ederken sizi izledim. Büyülenmiştin. Gözlerinde inanılmaz bir ışık parlıyordu. “Keşke en gaddar, en zorba şeyler yapabilen biri olsaydın ütopyan için. Kalpsiz ve zehir biri olabilseydin, bazıları ancak böyle kazanır dostum.”
“Haklısın; ama umutsuz olmaya gerek yok.”
“Fırsat kaçtı.”
“Fırsat yine gelir.”
“Bu çöplüğe asla kız getirmem.”
“Dostun için yaparsın; ama değil mi?” “Dostum için ölürüm.”
“Burası insan ruhunu köreltiyor demişti en son kaçan fare. Ya Necdet, şu karayolu keşke kasabanın içinden geçseydi, o zaman tonla müşterim olurdu, bir sürü güzel kız getirirdim buraya.”
Necdet, güldü: “Bu ikisiyle idare edeceğiz gibi görünüyor bana. Yağmur dansı kabilenin. Ya birader söylesene; nasıl buldun bunları?”
“Kader.”
“Anlatsana. Ne çekmişler? Seni ağlatan şey neydi?”

Ayşegül, çocukluktan beri çok yerdi. Sonunda şişman bir kız olup çıktı. Liseyi zor bitirdi. Hiçbir zaman kolay bir hayatı olmamıştı. Çevresindeki kızlar, dostları bir şekilde bir iş bulmuş, evlenmiş ve hayatta kendi yollarını çizmişlerdi. Çoğunu evlilik kurtarmıştı, birkaçı ise çalışıyordu eşek köle gibi, katlandıkları patronlar şerefsizdi, az para verirlerdi; ama onlar pes etmezlerdi, edemezlerdi. Umutları vardı. O dört kız, evlenip koca sahibi olmak, çocuk doğurmak istiyordu, baba evinden kurtulmak. Biri kuaför dükkanı açmak istiyordu, öteki ev yemekleri yapan lokanta açmak. Bir diğeri terzi, sonuncusu ise bir çiftlikte ahırda çalışıyordu.
Ayşegül, birçok işe girip çıkmış ve dikiş tutturamamıştı, işlerin her biri muazzam
ruh ve beden katletme makinesi gibiydi ve
az para getirirdi. Üniversiteye giremedi. Arkadaş çevresinde Sema’yla tanıştı. Dostlarla kafa kafaya verilen ve cidden mutlu hissedilen kahkahalı evlerin birinde.

O da 23 yaşındaydı. O da hayata tutunmaya çalışıyordu, birbirlerine aşık olmuşlardı adeta.
Aç sokak köpekleri birbirine nasıl sahip çıkarsa aç olsalar bile çetin kış ayazları, geceleri puslu ışıklar ve kırbaç gibi yağan yağmurlar altında.
“Bir iş çevirelim, bir şey yaşayalım birlikte yaşayalım” diye canla başla düşünüp hayaller kuruyorlardı, birlikte çok özgür ve mutlu hissediyorlardı ve ikisinin de yaşadığı evde sorunlar tükenmiyor; kavga, cehalet, parasızlık ve iletişim sorunları alıp başını gidiyordu. Aileleri, kardeşleri ve abileriyle sağlıklı biçimde konuşamıyorlar, kendilerini, içinden geçenleri ifade edemiyorlardı. Aileler onları eve para getirmesi gereken demirbaş işçiler (firavun düzenin korunması için) olarak görüyordu ve paralarına el koyuyorlardı. Onlar bu durumdan fayda ve en azından biraz sevgi ve el üstünde tutulup saygı görmüyorlardı.
Birazcık sevgi ve şımartılma yeterdi oysa. “Ailem için katlanırım” diyebilirlerdi çünkü iyi kalpli ve hiç bozulmamış kızlardı. Safiyetleri pes etmez düzeydeydi o zamanlar. Ve onlara ev işi yıkılıyordu. Ayşegül, ikinci abisinin evlenmesi için eve para getirmek zorundaydı. Sema’nın babası da borç harç içindeydi her zamanki gibi. Kendi keyif ve hayallerinin peşindeydiler izci köpekler gibi. Ailede ezilen kızlar dışarda da eziliyordu. Garsonluk, tezgahtarlık gibi işler yaptılar girdikleri kafelerde, sonra bir bara girdiler.
O iş de kısa sürdü. Temizlik işi yapmaya karar verdiler. Kendi işlerinin patronu olacaklardı. Ev, apartman temizliği, merdiven… artık ne olursa, yeni yapılan sitelerin temizliği… bu işi yapan bir kadınla tanışmışlardı. Kadınla bir süre çalışmışlar, bu işi öğrenmişlerdi. Sonra bir ev kiraladılar, Sema, altın bir yüzük bozdurdu kuyumcuda. Birkaç eşya aldılar. Başta işleri iyi gitti ve kışın işler azaldı. İlan lazımdı. Kırtasiyede ilana benzer bir şey yaptırdılar, çıktı. Yolda, sokakta, tramvay ve otobüslerde, kalabalık caddelerde insanlara dağıtmaya başladılar çıktıyı. İş çıkmadı. Piyasada yer edinmiş kişiler iş yapıyordu ve onların iş bağlantısı için çok çabalamaları gerekiyordu ve evde yiyecek tükenmişti. Borç alacak kimseleri yoktu ve beş aydır kirayı ödeyemiyorlardı. Yaşlı adam her gece kapılarına gelmeye başlamıştı bir haftadır. Sonunda yaşlı adam; “açın kapıyı; sizi yalancılar!” diye bağırıp kapıyı yumrukladı, “kira parasını hemen ödeyeceksiniz! Aksi halde kapıyı kırar sizi dışarı atarım!”
Sema, korku ve utançla kapıyı açtı, Ayşegül de yanındaydı.
Sema, bir şeyler dedi panikle savuşturmak için; ama yaşlı adam ikna olmadı. Onu susturdu laflarıyla.
“Çözüm bulabilirim” dedi, “benimle s.kişirseniz beş aylık kirayı almam.”
Ayşegül ve Sema şok içerisinde birbirine baktı.
Sema, gülecek gibi oldu.
Bu hep asil ve kalp çelen davranışlar sergileyen yaşlı adam dindardı. “Canım kızım,” “evladım” derdi mesela ve karısı ara ara yemek getirirdi, karısı bir ay önce ölmüştü.
“Siz düşünüp karar verin. Bir saat sonra yeniden gelirim.”
Bu iş Sema’ya çok ters geldi, yaz gecesi araçtasınız ve sakin sakin giderken karşınıza son sürat gelen bir tanker var, ters şeritten çıktı, tanker doğal gaz yüklü üstelik. Sema, öyle bir travma kıvılcımı hissetti, ne yapmalıydı?
Dedesi gibi görüp sevdiği saydığı yaşlı adamı o türden şeyin içinde ve kendisini onun altında görünce cinleri tepesine çıkıyor, öfkeyle delirecek gibi hissediyordu. Ama Ayşegül ise vurdumduymaz tavırla; “gözümü kapar katlanırım, ne var bunda canım, o kirayı asla ödeyemeyiz. Ne kadar yapar ki, bir kerede kısa sürede tükenir.” dedi, güldü salak salak. Sema ise pis pis ona baktı.

Kapıya güm güm diye vuruyordu ihtiyar.
“Ev başımıza yıkılıyor!” diye düşünüp korktular.
“Açın kapıyı!”

“Ya İhsan amca bir saat dolmadı.”
“Hemen açın şimdi, kararınızı bildirin!”
İhtiyar çok heyecanlanmıştı, evine hiç gitmemiş, merdiven karanlığında sertleşmiş halde oyalanmıştı. İşi bitirmek istiyordu.
“Açın kapıyı kızlar!”
Sema, kapıyı açtı ne yapacağını ne diyeceğin bilemez halde. Tek düşündüğü; “umarım on öldürmem!” oldu.
Kapı açılır açılmaz ihtiyar saldırdı Sema’ya sarılıp öpmek istedi. İçeri kaçtı Sema. İhtiyarın pantolonun önünde bir dikelti vardı.
“Dede, kendine gel!” diyor ve kaçıyordu Sema.
Salonda soba vardı, ortada, ihtiyar onu kovalıyor, Sema kaçıyordu, köşe kapmaca oynuyorlardı adeta. İhtiyar tazı gibiydi. Kayışı çözdü, pantolonu indirdi, külotu, sert malı ortaya çıktı.
Malı eline almıştı, okşuyordu. Sema’nın sinirleri zıpladı. Sobanın yanında mermerde duran odunlardan birini kaptı. Eh, artık kaptıracaktı odunu, ölse bile moruk.
Yaşlı adam hamle yaptı Sema’ya doğru. Ayak uçlarına kadar inmiş pantolonu. Ayaklarını birbirine dolandı ve başını sobanın kenarındaki tabureye çarptı.
Ayşegül ise mutfağa girmişti arenadaki kızgın boğadan kaçar gibi ve panikle kapıyı kilitlemişti, ihtiyarın acı çığlığıyla kapıyı aralayıp baktı. Bu sırada kapı çalındı.
İhtiyarın gelini kapıyı yumrukluyordu; “Babama ne ediyorsunuz; orospular! Açın kapıyı?!”
Dört katlı apartmanın birinci katında oturan gelin kayınpederini çok sevdiğinden gelmemişti buraya. Yalnız alfa kurt, iki kızın üstüne daireyi yapar diye, imza verir diye korkup gelmişti.
Ayşegül, kapıyı ona açmış ve gelin
Ayşegül’ün saçlarını tutup çekiştirmeye başlamıştı, acı çığlığa Sema fırlayıp gelmiş, sansar gibi çevik gelini çekip almıştı dostunun üstünden. Tokatladı onu, gelin kaçıp gitti. İçerde ise ihtiyar kanayan başını tutmuş, ağlıyordu çocuk gibi. “Şeytana uydum, çok aşağılık oldum, bağışlayın beni kızlar, iman gitti, ne yapayım!” diyordu, “bir kerecik verseniz ne olurdu?”
Ayşegül ve Sema bir kötücül böceği seyreder gibi ona bakıyorlardı uzaktan, Sema, ne olur olmaz diye odunu tutuyordu elinde. Üzülmüşlerdi, onu sakinleştirip iyi hissettirmek için bir şeyler zırvalıyorlardı.
“Tamam, yavrularım, edepsizlik ettim, kirayı vermeseniz de sorun değil, çok özür dilerim sizden” diyordu, “bana bir çay yapın, karşılık sohbet edelim.”
Ayşegül, çay yapıp getirdi. Sema ise gardiyan gibi tetikteydi, odun hep bir elindeydi. Ama ihtiyar konuşup iç döktükçe Sema yumuşayıp çözülmeye başladı, ince düşünüyordu, üzüldü, öyle içi yandı üzülmekten, öyle ki ölmemesi gereken güzel bir çocuğa üzülmüş gibi hissetti, on yaşında ölen dayısının kızına… ( çocukluk arkadaşı) hissettiği gibi. Artık bu yaşlı adama bir şey vermezse olmazdı, canı rahat etmezdi.
O an her şeyden çıktı soyundu, soğan gibi, ahlak, cinsiyet…ego… bambaşka bir bakış açısıyla, evrenin merkezindeki iyilik şuuruyla usul usul dans etmeye başladı, ihtiyarın gözlerinin içi gülmeye başladı ve Sema soyunmaya başladı tek kişilik koltukta oturan yaşlı adamın tam önünde. Yaşlı adam çay bardağını kenara koydu.
“Şey… şey yapabilir miyim?” diyordu utanarak.
“Bana dokunmak yasak, kendine dokunabilirsin.”
Ve Ayşegül şaşkındı, güldü ve o da başladı soyunmaya. İhtiyar penisini eline aldı ve az sonra hemen boşaldı.
İhtiyar akıl almaz bir mutluluk ve zevkle onları izliyordu. Sevinçle başka bir alemdeydi. Hayatında hiç böyle coşkulu hissetmemişti.
Ne kadar kötü, ya da şerefsiz ya da ne kadar pislik olursan ol, gözyaşların samimi aktı mı işin rengi, atmosferi değişir. Ve kadınlar pişmanlığı hisseder.
Bu gözyaşları işi başka bir aleme sokmuştu, ihtiyarın sert penisi, ya da varlığı bir ruhaniyet kazanmıştı. Orada kalbi çok kırık bir dede vardı. Karısı yeni ölmüş. Sevgi, yoldaşlık, şefkat
gibi yüce hislerin yerini yakan yıkan bir şehvet duygusu, Tanrı tanımaz bir azgınlık almıştı yapayalnız kalmaktan…şaşırır sapar insan…

Onun iki kızı arzulamasında ve açık saçık söyleminde bir iğrençlik yoktu ki. Sema 12 yaşındayken bir köye gitmişti ve ekin tarlasına gelincik çiçekleri görmüştü, boyu kadar vardı ekin, birkaç gün sonra biçilecekti ekin, tarlaya biraz girip kendi çevresinde dönmüştü dans ederek, ellerini yana açarak ve şarkı söyleyerek. Başı dönmüş ve yere yuvarlanmıştı. Çok mutlu olmuştu ve kız arkadaşı da üstüne devrilmişti ve delirmiş gibi gülüşüyorlardı. Başı dönerken gördüğü sallanan gökyüzü ve kız arkadaşının göğsüne yaslı başı, terli saçları, dağınık saçları, o sıcacık saçlarının güzel kokusu… ten kokusu… o mutluluğu hiçbiri şeyde ve yerde bulamayacaktı. Ağlamak istiyordu; ama mutluydu, o anlar kaçıp gitmişti ve o kız kim bilir neredeydi? Neredeydi o sümüklü, ön dişlerinin teki kırık, saçları çift örgülü köylü kız? Alev suratlı kız. Mavi gözlü sarışın kız. O on yaşındaki kızla bir ömür geçirmeyi hayal ederdi. Babası kamyon şoförüydü, annesi biraz delinin tekiydi, adı Şengül’dü. Çok ilginç ve süslü giyinirdi, özellikle pazara giderken, plastik beyaz şapkası vardı.
O incir ağacına tırmandıkları sıcak gün.
“Asla ayrılmayacağız” demişlerdi birbirlerine. Hikayeler anlatmışlardı birbirlerine.

İki kız da bu yaşlı adamı memnun etmek için çırpınırken yaşlı adamın aleti yine dirildi ve Sema ona doğru yaklaşıp kucağına oturacakmış gibi kedi gibi hamleler yapıyordu, bir an ihtiyarın istediğini yapacak gibi hissetti; ama bu sonra can sıkıcı bir anıya dönüşeceğinden korktuğu için yapmadı.
Bakireydi ve ilk deneyimin bu biçimde olması ona doğru gelmedi. Bakire olmasaydı eğer düşünmeden atılırdı; çünkü o an yaşlı adam çok çekici, çok tatlı gelmişti ona, sertleşmiş organıyla.
“Açın kapıyı, polis!” dedi bir ses, kalın, emir verir tonda. Çok gaddar bir sesti.
Ürktüler.
Polisler kapıyı kırarak içeri girerken içerdekiler toparlanmış, çay bardakları elinde, az önce koyu bir yüce sohbetteymiş gibi pozlar takınmışlardı.
“Emmiyi kaçırıp zorla tutuyormuşsunuz? Gelin bakayım şöyle!”
İhtiyar adam: “Öyle bir şey yok memur bey.”
Sema, polisin fark etmediği kırmızı külotunu fark etti ve bir ayak ucuyla ittirdi görünümesin diye kanepe altına.
“İhsan, bey sizi silah ya da bıçak zoruyla mı tutuyorlar burada? Bu çok ciddi bir suçtur söyleyeyim.”
Görevine fazla sadık polis ciddi bir iş yakaladığı için ve kendini polis gibi hissetmek istediği için bol keseden konuşmaktadır: “İhsan bey, cebir, tehdit ve hile kullanarak kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma diye kanunun adlandırdığı suç… sizin şu an kendinizi özgür ifade etmenizi engelleyebilir şahıslar. Sizle şu odaya geçip özel olarak konuşsak iyi olur.”
Kızlara akrep gibi bakıyor.
Öteki üç polis ise gevşek, onlardan ayı gibi koca başlı ve göbekli olan sehpadaki baklavayı fak etti; “anaaa, burada baklava varmış!” diye fısıldadı kendine. Bir parça aldı alacaktı ağzına; heyecanlandı. Üstündeki sert gözleri hissedip o yana çevirdi başını.
Sema’ya baktı, tatlıya, Sema hemen tatlı kutusunu alıp; “buyurun” deyip ona verdi, “biz bir kutu yedik zaten, onu yiyemedik.”
Bu bir kutu baklavayı akşam üstü caddenin birinden avanak ve serseri ama mutlu açlar gibi geçerken… tatlıcı dükkanını fark etmişlerdi… durup içerdeki manzarayı seyre dalmışlardı, tepsi tepsi değişik tatlı vardı pastanenin vitrininde.
Manzarayı liseli kız yani ergen hevesiyle seyredip sigara içmeye, havadan sudan konuşmaya (sanki zerre dertleri yokmuş gibi)
başlamışlardı. Pastane sahibi de kapının kenarında yan dükkanın esnafı ile hayat pahalılığı üstüne konuşuyordu, gevezelik olsun diye. Hayat dolu ve yüzleri gülen kızları severdi ve şöyle dedi çevik biçimde; “buyurun efendim, ne tür tatlı istersiniz, içeri buyurun” dedi, Sema ezilip utanarak; “paramız yok maalesef, dedi.
Yaşlı, kel ve göbekli adam içeri gitti, bir kutu baklavayla geldi hızla, kızlara; “müessesemizin ikramı, her zaman para geçmez bizde. Allah selamet versin deseniz yeter.”
Kızlar, o akşam tam bu tatlıyı yiyecekken yaşlı adam mızrak gibi düşün içine dalmış, kiraya istemeye gelmişti kapıya.

Ayı başlı polis tatlıyı diğer polislere alması için kutuyu tutarken işi fazla abartan polis de dayanamayıp aldı bir tatlı.
Diğer polis yanındaki polis dostuna söylendi: “Sanki seri katili paketlemeye geldik yav, sıradan bir olay iste!”
Öteki; “bırak ya, onun sitili o. her polis böyle özenli olsa.”
Bir futbol maçı hakkında sohbete başladılar.

Gelin, alev alev nefret yüklü suratla arkada dikiliyordu. Polise o ihbarda bulunmuştu.
Kapıyı kırmalarını da o istemişti.
“Sorun yok çocuklar” dedi yaşlı adam.
“Size zorla bir imza, bir şey attırdılar mı?”
“Yok evladım ya.”
“Başınıza ne oldu, dayak yemiş gibi bir haliniz var?”
“Düştüm merdivende.”
“Fazla düştün bence” dedi gelin.

İhtiyar adam çaktırmadan ona doğru ilerledi, “Şuraya zikirmatiğim düştü, bulamadım çocuklar. Hacdan getirmiştim.” (Zikir sayısını kaydeden, demirden eski bisiklet zillerine benzeyen avuca sığan alet) Yere eğildi bir şey arar gibi.
Geline iyice yaklaşıp aniden tokadı indirdi: “Bu kadar maddiyatçı olmayıp beni gerçekten sevseydin ya, evlenmeme razı gelseydin ya!
Oğlumun beynini yıkayıp duruyorsun, şeytan!”
Gelinin boğazına yapışmıştı, polisler zor ayırdı elleri boğazdan.
Görevbaz polis memuru hemen şöyle dedi: “Öp bakalım kayın pederinin elini, özür dile, öpüp koklaşın barışın bakim. İhsan amca sen de bağışla, gelinin ne de olsa.”
Diğer polislerden biri onu koldan tuttu, ters baktı, “ne zırvalıyorsun, yürü gidelim” diye fısıldadı kulağına.

Ertesi gün yaşlı adamın oğlu iki kızı evden attı. Eşyaları yol kenarına koydu.

Ayşegül ve Sema soğuk gecelerde birbirine sokulan anne ve yavrusu
gibi birbirine sokulmuşlardı. Öfkeliydiler, her şeye, insanlara, şanslarına, kaderlerine. Suç işlemeyi, soygun yapmayı düşündüler, çete kurmayı. Anında bu plan çok salakça düş olarak kaybolup gitti kahkahaları arasından. Pes etmeyeceğiz diye birbirilerine moral veriyorlardı. Yani iş, var olmayı becermek böyle kötü günlerde dayanışmayla kabiliyet kazanır. Ve hayatta yalnız, tek başına ilerlemek zorunda kalan, kendini kimsesiz gibi hisseden (ailesinden darbe yiyenler derneği kurulmalı) her insana böyle bir dayanışma lazımdır.
Kızlar sattıkları eşyalar bir miktar para getirdi, bir bar ya da meyhane aradılar bir süre.
Bodrum katta bir bar bulup oraya girdiler.

Yıllar önce burayı Ali işletmişti. Dükkanı sattığı arkadaşını görmeye gelmişti bara ve Ali tek başına içip rahmetli arkadaşını düşünürken duygulanarak, dostunun oğlu arada masaya gelip sohbet ediyor, ikramda bulunuyordu. Et kızartması getirmişti. Yan masadaki aç iki kız öyle baktılar ki. Ali, onları masaya davet etti.
Temasları böyle başladı. Başlarından geçenleri anlatmaya, yemek yemeye başladılar, anlatırken de ağlamaya. Ali başta bunları sahtekar fahişeler olduğunu düşünmüştü; ama hiçbir fahişe böyle yüreğiyle ağlamazdı. Bunlar gerçekten acı çeken henüz 23 yaşında iki kızdı. Ali de ağladı onlarla birlikte.

Komiser Necdet: “Buraya yatırım yapmak hataydı bence. Yapabileceğin en iyisi şey; durumu kabullenip idare etmek. Olanla yetin…”
“Bence yetinmek denen şey çok saçma, insan işinde ve hayatında atılım yapmalı, gelişmeli.”
Necdet, güldü, seyrek dişli, kalın bıyıklı. Kel. Göbekli. Kısa boylu. Başında saç kalmamış, yanlarda ve ensede birazcık kalmış sıçansı biçimde.
“Burada atılım yapamazsın Ali, sen bence bu kasabaya ait değilsin, çek git buralarda ufak bir kız bul evlen, çocukların olsun, çürüme buralarda.”
Ali içtenlikle gülümsedi: “Haklısın aslında, ama yaş ilerleyince insanın deliliği, yaşama azmi sakinleşiyor ya da sekteye uğruyor ve gürültü istemiyor, yaşlılık işte.” Güldü. “İçi yaşlanıyor insanın. İnsan duruluyor. Ve başka yerlere gitmeyi, şansını aramayı yapamaz hale geliyor, tutuklaşıyor, enerjisi eskiyor.” Küfür etti, yok, ben henüz yaşlanmadım. Umutlarım hayallerim var. Onlar tükenirse işim biter zaten. Bak Necdet bana bu durumu idare et deme. Kokuşmuş karılar gibi konuşma, belediye başkanı sevgilin olmuş adeta, bir şey yapamaz mı, yolu kasabanın içinden geçirse? Burayı striptiz bara çevirmeyi hayal ediyorum!”

“O onun boyunu aşar” dedi Necdet, büyük bir kahkaha attı, “çıldırmış olmalısın.” İçki bardağını dikti ve içip bitirdi.
“Ne çıldırması!” Amerika’da olan her şey bizde de olmuyor mu, küçük Amerika olmadık mı, eskiden polis birini laaap diye tutuklardı, şimdi kişiye önce hakları okunur ve evlere arama izni olmadan langır lungur dalarlardı.”
“Onlar ayrı meseleler.”
“Ya git kafan basmıyor!”
“Ben kaçar” dedi Necdet, güldü, “bana sarışın, mavi gözlü kız getir dostum.”
“Emrin olur. Can gardaşım!”
“Merak ettim, sen bu iki kızla s.kişmedin mi şimdi?”
“Neden sordun?”
“Bana abi, baba ayakları yapıyorsun da, saçma geldi.”
“Birader, kızını s.ker misin hiç, ya da s.ktin mi?”
“Doğru düzgün konuş lan benimle!”
“Bak, düzgün konuşmayan sensin bir kere!”
Necdet, silahına davrandı. Ama aniden durdu: “Nerdeyse çekip vuracaktım seni.”
“Bence fırsatın varken yap. Çünkü bir fırsatın daha olmayacak, ben indireceğim seni!”
Necdet güldü ve Ali ona katıldı dayanamayıp ve birkaç saniye sonra beton suratı çiçeklenmeye başladı.
Necdet dedi ki: “Kalbini kırmak istememiştim dostum. Ama neden bozuldun ki?”
“Onları yatağa atmadım, atmam da, çok yanlış laflar ettin. Bu kezlik o lafları hiç etmedin sayıyorum, benim kutsalıma laf edeni asla yaşatmam; ama dostumsun, bu kezlik seni affediyorum.”
“Ben de seni bağışladım Ali, kafam güzel. Geceyi güzel bitirelim, sapıtmasak iyi olur.”
Necdet, barı terk edecekti. Çocukça şöyle dedi: “Bana sarışın, mavi gözlü kız getirecek misin?” Bunu samimi biçimde demişti, yalvarır gibi.
“18,19 yaşında, evden kaçan küçük kızlar olur, denk düşerse, 15 bile olur.”
“Deme!”
“Şans. Kader. Düşebilir. Çok gördüm; ama almak istemedim. Günahına girmek istemedim. O saflığı kirleten, onu yoldan çıkaran olmak istemedim.”
“Sohbeti bile inanılmaz güzel Alim be! Tatmin edici. Ne muhteşem bir ütopya, mutlu oldum!”

Necdet, çıktı mekandan şıngır mıngır mutlu biçimde. Aracına atladı. Toprak yolda yürüttü aracını, az sonra mıcırlı asfaltta girdi. Burası zifiri karanlıkta ip gibi uzanan dümdüz, simsiyah bir yoldu. Kara bir yılan gibi. Necdet’in zihni oradan oraya savruldu, Ali’nin dediklerini düşünüyordu: “Zor kullan.. Zorba ol.”
Ağzında sigara vardı, aracın camı açıktı, serin esinti içeri doluyordu, iki eli direksiyondaydı, dudaklarında sigara vardı, sigaranın külünün camdan dışarı attı: “Canım kardeşim” diye düşündü,
iyi ki varsın, ne güzel bir dostsun sen!” Güldü. Kızı olsa ona sunardı bir gece için. Karısı olsa ona sunardı her zaman. Ali için yapmayacağı, yapamayacağı yoktu.
Ali, sihirli bir can yoldaşıydı. Erkeğe iyi bir kadından önce bu lazımdır.

Necdet’in cep telefonu çalıyordu. Aracı usulca yol kenarına çekti. Arayan polis memuru Malik’ti: “Mesai dışında asla aramayın dediniz; ama çok mühim bir şey var, efendim. Acil gelmeniz şart. Burada çok tuhaf şeyler oluyor, gelseniz iyi olur.”
“Oğlum, ne zırvalıyorsun gece gece?! Tarlaya çakılan ufo’ dan bücür ve at nalı gibi iri gözlü bir marslı mı çıktı, olay ne?! Tutuklayın am.na koyduğumun bücürünü!”
“Şey…eee…efendim kasabanın girişine gelseniz daha iyi olur, anlatmakla olmayacak.”
Necdet, aracı yarım saattir sürüyordu, dağın ve gecenin sessizliğini yiyen yol sanki sonsuzluğa uzanıyordu, huzur vericiydi ve sanki bir ilah ya da bir meditasyon aracı, antik bir mantra misali
oradaydı ve her şeyden güzel ve çekici görünüyor, acısız görünüyordu bir katlanılmaz acın varsa bütün izlerini ve gölgelerini senden sonsuza dek alacak gibi bir vaat sunuyordu sanki ve Necdet yolun kenarında gördüğü birkaç ağaca arası son sürat gidip toslamayı da düşündü, “öl ve kurtul.” Uymadı o karanlık düşünceye, (şeytana.) İnsana zaman zaman gelen; “öl ve kurtul” düşüncesi. Bazıları buna uyarken bazıları neden buna uymaz? Ya da şu gelir insana; “öldür ve kurtul” ya da şu; “hem onu öldür hem kendini ve kurtul?”
(kadın cinayetleri, yani eski koca ya da sevgili)

Bazıları bu düşünceye uyarken bazıları neden uymaz? O karanlık düşüncenin eyleme dönüşmesini ya da dönüşmemesini ne sağlar?
Lütfen bu sorduğum soruyu bir süre düşünün, lütfen ama.

Çok sevdiğim Amerikalı yazarın (fakir) biri kaldığı çöplükten yani pansiyon odasından, (süper bir yer sanmayın; tek odadan söz ediyorum) intihar edecektir o gün, evden çıkar, gazete bayine uğrar ve bir gazete alır, bir haber dikkatini çeker, haberde bir adamdan söz eder, orası aklımda kalmadı, adamın biri bir partiye gitmiştir, bir şey olmuştur, zengin bir adam bir şey yapmıştır. Bunun gibi bir şeydir haber, saçma sapan bir haberdir,
Yani haberde kişilerin yaşamlarına devam etmesine dair yani öyle motive edecek hiçbir şey yoktur, o gün intihar edeceklere yönelik hiçbir şey yoktur haberde, haber saçma sapan bir haberdir, ‘elma ağaçtan düştü’ gibi bir haberdir.

Yazar Yıllar sonra intihar etmesini engelleyen şeyin o okuduğu gazete haberi olduğunu söyler otobiyografisinde. Haberin saçmalığı onu büyülemiştir.

Öyküye dönelim:

Necdet, dumanlı ve melankolik başını bir an yolun karanlıkta uzayan farın ışığında beyaz şerit çizgisinden alır… başını camdan gökyüzüne çevirdiğinde dolunayı fark eder, içine çocuksu bir tatmin duyusu düşer, on yaşındayken gökyüzüne baktığı anlar gibi. Ve hemen ardından bir korku düşer içine, dolunay zamanları yeryüzünde hep büyük çirkinlikler, kötü şeyler olur, yangın, sel, savaş… Astrologlar iyi bilir bunu, ayın çekim kuvveti vardır ve insan enerjisi ve eşyalar da bundan etkilenir, dolunay zamanları yeryüzünde hiç iyi şeyler olmaz ve tarihe bakınız derim. İnsanlar delirecek gibi olur, yoğun karanlık bir enerji insanları kafese atmak için en dinamik halindedir dolunay zamanları.

Necdet gelen; “dolunay zamanı kötü şeyler olur” düşüncesine bu bir saçmalık” olarak baktı ve salladı gitti.
Sonra zihni yumuşak ve zevkle akıp gitmeye başladı çeşitli düşünceler içinde gezerken gökyüzünde başka bir alem bulmuş güvercin gibi mutluydu. Beyni düşler alemindeydi, ara ara Ali’nin sözleri kulağında çınlıyordu, iyi bir his parlıyordu içinde, fantastik biri his, maceracı bir his, çeşitli düşünceler, yaşamın anlamını sorguluyor ve “ütopya her şeye değer!” diyordu iç sesi, ütopya’ya ulaşmalı insan, bu sıkıcı, kanser eden kasabayı terk etmeyi düşünüyordu. Açık saçık giyinen güzel kızlarla capcanlı, geceleri kıpır kıpır turistik bir sahil kasabası, Antalya’ da bir yer mesela, Bartın mesela, Samsun mesela. Atakum sahili geceleri ya da gündüzleri çok iyi gelir insanlara. Sinop da
yaşanılası bir yerdir. Oralar ütopya (düş gibi güzel kızlar) doluydu. Güldü.

Yanlış yola girdi ve çıktı.
Şehirler arası karayoluna ulaştı.
Necdet, dörtlüleri yakan karavan ve polis aracını fark etti zifiri karanlıkta, çok ilerde. Usulca yanaşıyordu. Bir elinde sigara vardı.

Malik, polis aracının ön kaputuna kıçını koymuş, bir ayağını diğerinin üstüne yaslamış, dudağında sigara vardı, sansar gibi yaklaşanı fark edince hemen yere attı sigarasını.
Diğer iki polis memuru Kemal ve Kerim sarı karavanın önündeydi. İkisi de esrar ve bira içiyordu. Geriden, şeytan ya da avına odaklanan alfa kurt gibi yanaşan Necdet’i fark etmemişti, Necdet karanlıkta geçilmez okyanusun albatrosu gibi süzülüp gelirken Malik içinden kıs kıs gülüyordu.

MALİK

Malik, o gün izinliydi. Tek katlı, çatısız ve sıvasız evinde sıcakta bunalmış, balkonda sigara üstüne sigara içmişti, televizyonu açmış saçma bir şeylerle saatler harcamıştı, zamanı akıtabilmişti ve
ve ilerleyen saatlerde mesai arkadaşı Kemali aramıştı: “Kardeş, durumlar nasıl, ne yapıyorsun?”
“Buraya hemen gelsen iyi olur, fırsatı
kaçırma.” Güldü.
“Ne oluyor ki?”
“Gelirken alet kutusunu getir.”
“Neden?”
“Getir sen. Yiyecek içecek de getir.
“Kuru fasulye, pilav yaptım.”
“Tencereyle getir.” Güldü.
“Neden ya hah hah hah!?”
“Getir. Acele et.”
Kemal, yeri tarif etti.
Malik, cep telefonunu kapattı, hazırlanıyordu, heyecandan çişi gelmişti, tuvalete girip çıktı, lavabo önünde saçlarına jöle sürdü ve onları mafya babası gibi geriye taradı, sanki sosyetenin en güzel ve seksi kızını yemeğe çıkaracaktı. Dudak hareketleri yaptı, başını sağa çevirdi, sola çevirdi, kendini beğendi. Bodruma inerken küfür etti, “bu geri zekalı alet çantasını ne edecek ki?”
Takım taklalavatı çok severdi, babam azmi kantarcı gibi takımlara aşık biriydi.

Can sıkıcı, yavan ve ruhsuz bu gecenin diğerlerinden hiç farkı yoktu, böyle bir gecede insan kendini rahatlıkla öldürebilir, bu can sıkıcı ve bok dolu dünyadan çekip gidebilir ve öldüğünde onu melekler karşıladığında; “lan orospu çocuğu neden kendini öldürdün
?! Rabbimizin sana verdiği görevleri yapmayıp kendi canına kıymak de ne oluyor, seni göt herif, seni sefil!” diye bir yaklaşım sergilediklerinde Malik şöyle diyebilirdi; “bu can bana verildiyse istifa etme hakkım ve gerekçelerim de mevcuttur ve bu hak bana verilmese bile ben kişisel olarak böyle bir karar verme yetisine sahibim, çünkü nefsim, iradem var. Nasıl ki yeryüzünde mahkemeler suçlulara kendini savunma hakkı veriyorsa ben de suçluysam eğer kendimi savunma hakkım ve bir iyi avukat talep etme hakkım var sanıyorum, ki Allah merhametlilerin en yücesidir, günahkarları bağışlayandır, adaletli olanların en yücesidir. Ben insanım, ben melek olsaydım eğer gece gündüz Allaha itaat, secde edenlerden olurdum, beni ben yapan kişisel irademdir, özgür irademdir ve meleklerde bu yoktur ve sen boş boş konuşma melek kardeş. Sizler yaratılan ilk insana ve Allah’a secde ettiniz. Allah bizi yarattığına göre ve benim gibi binlercesi canına kıydığına göre, bunun bir anlamı olmalı, belki de bizim kendimizi öldürmemiz uygun görüldü, belki yaşasak çok kötü şeyler yapacaktık, biz bilemeyiz, (Hızır ile Hz. Musa dostluğu) en iyi bilen Allah’tır. Kendimizi öldürerek suç işediysek de yaratıcının önünde diz çöker af dileriz. Neyse ki canımıza kıyarak kendimizi sonsuza dek öldüremiyoruz. Mühim olan kendimizi öldürmek değil; bir başkasını öldürmemeyi başarmaktır.

MALİK; MİKE TYSONUN MÜSLÜMAN OLDUKTAN SONRAKİ ADIDIR.

Malik, kişisel iradesine çoktan uyardı; ama Allah korkusu hissederdi, bu canı kendi tabancasıyla almayı engelleyen Allah’a duyduğu alakanın, minnettarlığın (yoksul büyümüştü ve bu günlere çok zor gelmişti) derinliğiydi. Ve annesine olan yüce bağlantıydı.
Oysa etejerden alıp beline yerleştirdiği silah kötücül bir enerjiyle parlıyordu orada. Ona en son bir sarhoş dokunmuştu, nerdeyse silahı alıp Malik’e ve sonra kendi beynine sıkacaktı, Malik karakolda son anda onu zapt edip silahı elinden almıştı ve o tek gözü kör sarhoşun zifir gibi siyah enerjisi kıpırtıyla orada iç çekiyordu; “öldür kendini ve kurtul” diyordu.

Her eşya enerji taşır, neler barındırdığını bilemezsiniz. (medyumlar bilir)
Sağlık ocağındaki kadın doktorum anneme bir kağıt vermişti, doktor bir şeyler yazmıştı reçeteydi, o kağıdı elime alınca akıl almaz bir enerji hissettim, kağıtta muhteşem bir şey, bir ruh, bire şey vardı. Böyle bir enerjiyi ilk kez bir kağıt parçasından hissetmiştim. Doktoruma diyecektim, delinin teki olduğumu düşünürdü, demedim. Böyle hissiyatlar, ruhsal görüler…bunları kimseye demedim, diyemem… Çok kolay deli damgası vuruyorlar; ayrıca zaten delice bir hayat sürüdüm hep.
Sorun değil istediğini desinler. Normal bir hayatım hiç olmadı ki.
O kağıdı elime alınca mükemmel bir şey hissettim ve sarhoş oldum büyüleyici etkisiyle.

Malik

Böyle yapayalnız bir gecede içini yakar kavurur bir şeyler…böyle yapayalnız bir gök altında ve yerde yaşamak ne saçma; ama mecburdu.
Ne güzel olmuştu Kemal’in onu araması, çocukluğundaki mahallede diğer çocuklarla uzak bir yere şeftali bahçesine hırsızlık yapmak için gitmek gibiydi,

O güzel günleri hatırladı, ne heyecanlıydı
bahçenin sahibi elinde kazma sapıyla gizlenmiş olsa bile denerlerdi.
Yemekleri saklama kabına koydu. Semra adlı ablasının hediye ettiği saklama kapları. Kapları fileye koydu ve bisikletin bidonuna astı. Bir şişe ayran ve birkaç plastik bardağı da poşetle.
Semra ne büyük bir travma yaşamıştı, bir türlü bebeği olmuyordu, on yıl sonunda tüp bebek tedavisiyle ikiz erkekleri olmuş, beşizdi aslında, doktor iğneyle diğer üçünü öldürmüştü, doğum ölümle sonuçlanmasın diye. Bu aslında cinayetti, beşiz doğuran bir sürü kadın vardı dünyanın her yerinde. Anneleri yani Semra ve malikin annesi. nasıl üzülmüş ve içi yanarak gözyaşı dükmüş ve Malik’e diğer üçünü öldürdüklerini anlatmıştı o yaz akşamı. O ara Malik sıkıntılı ve perişan evden polis olarak kurtulmak için sınava çalışıyordu. Sigortası, güzel bir maaşı, toplumda bir itibarı olacaktı, evlenmeye yüzü olacaktı kız istemeye gittiğinde. Üç kuruş maşa onun bunun hamallığını yapmaktan bıkmıştı.

Bisikletine atlayıp sözü edilen yere
gelmişti.

KEMAL VE KERİM

Kemal ve Kerim kasabadaki görev yerinde olmaları gerekirken gece yarısı, ölü gibi durgun olan havada, görev yapmaktan bezmişler, huzur ve sakinlikten adeta bunalıma girmişler; “gezelim kafa dağıtalım, az sonra döneriz” demişler, bira almışlar, biraz takıldıktan sonra geri döneceklerdi hesapta, aracı kasabanın girişine, kara yolunun kenarına çekmişler, aracın tepe lambasını açık, içip kafa dağıtıyor, gülüp şarkılar söylüyorlardı. Tam oradan ayrılmaya karar verdiklerinde, uçuk ama çiçekli bir sefaletle örtüşüyordu ruhları. Kırmızı bir ruj gibi bir şey, baştan çıkarıcı bir şey, mezar kazıcı bir şey sarmıştı içlerini. Jartiyer gibi bir çekicilik hissediyorlardı gecede içtikçe birbiriyle muhabbet ettikçe, bir kırbaç şaklıyordu sarı elbiseli uzun bir kızın kalçasında. Küçük bir aynada üç mutsuz melek ya da erken yaşla ölmüş yüce ruhlu bir kadın dans ederek çocuk şarkıları söylüyordu, kaybettikleri annelerine, ilk atalarına, uçsuz bucaksız çölde bir kız çırılçıplak koşuyordu, Amok koşucusu gibi (yazarı karısıyla intihar eden yüce adam) Genç kız ya da genç adam koşmak istemese de onu koşturmak isteyen sebepler ve kan emiciler vardır. Kılıcını çek iradenin, kılıcını çek direnişin.
Kız koşuyor elbisesi perişan, böyle bir koşu için yaratılmıştı belki ayakları, yüreği ve acılara katlanabilme kapasitesi. Koş güzel kızım, berrak dağ suyu, koş yavrum, Baban da bir kere olsun dizine oturtup saçlarını taramadı, kucağına oturmadın, esas mesele bu, kucak dansı yapar gibi babanın kucağına oturmadın, oturtmadılar, korktun, korktular. Dana gibi kız olduğunda ilk yapman gereken buydu; ama gidip elin piçinin altına yattın, bakireliğin götün teki için gitti, o da seni siktir edip gitti başkasıyla. Böyle kaç bin kız var dünyada, kaç milyon? Babayı ya da anayı düşman belleyip akrepleri dost bilenler? Dinle baskı yapıp korkutanlar. Büyüyle kazanmaya çalışanlar. Kara büyücü, senin sonun geldi. Oturup köpek gibi ağla. Çünkü sen ışığın karşısında diz çökmeye mahkumsun, senin oyunun sona erdi. Hep bir şeylerle korkutulan insanlar. Artık örgütlü bir suç işlemek için bir araya gelmelisiniz. Hibe ve teşvik alıyor birileri sürekli devletten. Vergiler sıfırlanıyor. Sefil ama kararlı ve aç ve hırslı bireyler…sihrin bu ve çıplaklığın, yeni doğmuş bir bebek gibi çıplaklığın. Bir şeylere örtünerek ruhsal aydınlanma yakalanmıyor. Öpmek okşamak istediğimin şeyler neden örtüler ve paravanlar ardında, nedir bu sahtekarlık? Çocukluğumdan beri böyleyim.

Necdet olay yerine yaklaşırken sigara tüttürüyordu, çok meraklanmıştı, sıkıntılı durum neydi.

KARAVANDAKİ ÜÇLÜ; OLAYIN BAŞI

Karavan sürücüsü Alman kadın yolun kenarında park etmiş tepe lambaları yanan polis aracını fark etmişti, acayip sevinmişti, iki kızı da vardı araçta.
Anne 41 yaşındaydı, 20 ve 14 yaşındaki kızlarıyla seyahat ediyordu. Hepsi de sarışın ve mavi gözlüydü, o bildik alman tipi. Sevinç çığlıkları atmışlardı. Eski karavan son parça benzini kullanıyordu, ne büyük şans, polise denk gelmişlerdi gece yarısı! Kuş uçmaz kervan geçmez yerde polis! Tanrıyı bulmuş gibi mutluydular. Kadın aracı kenara çekti, şoför mahallinden kapıyı açıp fırlayıp gitti polis aracına doğru. Polis aracının şoför mahalline yanaşıyordu, cam sonuna kadar açıktı, iki polis parlak sarı şeyi, ışık saçar gibi yaklaşan beyaz teni, çığlıksı şeyi fark edip hemen biraları sakladılar. Kadın telaşla konuşuyordu, yarım yamalak Türkçesiyle. Benzinin bitmek üzere olduğunu, karavanın birçok eksiği olduğunu, (su ve akü bitik) karavanda bazı arızaların baş gösterdiğini, çok aç olduklarını, son makarnayı da beş saat önce yediklerini, yanlış yollara girip kaybolduklarını anlattı. Tepe lambası döndükçe mavi ve kırmızı dans ederek, ışık kadına yansıyor, düşsel bir manzara ortaya çıkıyordu, gerçek dışı bir görüntü, güzellik gibiydi bu. Işığın yansıdığı kibar ve sanki ilk baharın ilk etkili çiçekleriyle dolu muhteşem varlığa, surata bakakaldı ikili. Açık mavi V yaka bluzundan dolgun memeleri taşıyordu. Altında beyaz şort vardı, ince ve uzun bir kadındı. Kemal ve Kerim bir şoka uğramıştı bu cazibe karşısında, yüksek volt elektrik akımına kapılan iki karga gibiydiler, anında polislik dirençleri yerle bir olup gitmişti. Ve normal insani bir varlığa dönüşmüşlerdi. Sıradan birer mağluğa. Arzulayan, arzuyla içi kaynayan hırslanan mağluklara.
Kemal ve Kerim polis saracından çıkıp karavana yanaşmışlar, gözlem ve inceleme ve araştırma yapmak için davrandıklarında iki çiçek gibi kızı fark ettiler. Büyük kız 20 yaşındaydı, tek parça sarı renkli askılı kısa bir giysi giymişti. Annesinin kız kardeşi gibiydi. Onun de memeleri dolgundu. Meme çatalı ortadaydı.
14 yaşındaki küçük kız ise pembe mini etek giymişti, başında kırmızı bandana vardı, sağ ayağında halhal. Büstiyeri yeşil renkliydi. Açık saçık ve çok güzel kadınlar karşısında iyice aptallaşan, yeryüzünden iyice silinen görev gücü, güçlü ve yüce polis, doğruyu yapan ve uygulayan ve bu uğurda gaddar olan polis, kimseye iltimas yapmayan polis ekibi, süper ikili… Çakır biçimde sarhoş olan iki genç polis güya inceleme yaptılar karavanın içini küçük el fenerleriyle incelerken, dışardan.
Kafaları güzeldi ve akılları iyice uçmuştu kafalarından, çok heyecanlanmışlardı bayram çocukları gibi. “Siz karavanda bekleyin, teknik inceleme yapacağız.” Aracın ruhsatı, ehliyet, kimlik kartı gibi belgeleri aldılar.
Polis aracına geçtiler. Durum hakkında fikir alışverişinde bulundular. En son şu söylendi: “Çok güzeller, biraz eğlenelim, sohbet ederiz, sonra gerekenleri yaparız.” Şeytani düşüncelere kapılmışlardı esrar ve biranın etkisiyle. Biraz eğlenmekten zarar çıkmazdı, anneyi polis aracına alıp sohbet etmek, onu okşayıp öpmek belki. Razı gelir cinsel ilişki olur belki. Bunu açıkça konuşmadılar; ama hissettikleri, delice arzuladıkları buydu.

Alman kadın polis aracına alınmıştı.
Soyulan kimi turistlerden söz ettiler. Hepsi uydurmaydı tabi.
Kadına çeşitli sorular soruyorlardı, “Nerden geliyorsunuz, nereye gidiyorsunuz?” Gibi basit sorular. Sorular alakasız yerlere gitmeye başladı, kadın sigara isteyince iyice yüz aldılar bundan, kadın sigaranın esrarlı olduğunu anladı ama ses çıkarmadı. İki polis ise normal sigara yakmıştı. Esrarlı sigarayı içtiğine göre keşti, bu yolun yolcusu ya da sigaranın esrarlı olduğunu anlamayacak kadar saftı. Kemal şoför mahallindeydi, yan tarafta kadın, arka koltukta Kerim oturuyordu,
Kerim dayanamadı ve kadının ensesini yaladı, daha on dakika olmamıştı. Kadın
anlayamadı; ama ensesinde bir ıslaklık, bir garip şey hissetti ama, dönü baktı Kerim’e. Kerim elini salladı, kadın el yanlışlıkla dokundu diye düşünürken Kerim parmakları arasında tuttuğu şekeri ona uzattı, kadın ensesine dokunan şeyin şeker olduğunu düşündü, şekeri alıp teşekkür etti. Önüne çevirdi başını, kavrayamamıştı ne olduğunu, ama gerilmişti, Kerimin sırıtışı onu germişti, burada bulunmaması gerektiğini seziyor; ama en güvenilir insanların polisler olduğunu düşünüyordu.
Kerim, birkaç dakika sonra kadının başını iki eliyle kendine çevirip dudaktan sıkı sıkı öptü ve kadın zorla başını kurtardı ve bağırmaya başladı: “Siz kötü polizai! Canavar pislik sen! Bok herif!”
Bırak beni! Orospu! Orospu çocuğu! Sen ne sikim polis! Sen saçmalık!”
“Polis aracında esrar içmekten tutuklusunuz” dedi kelepçeyi takacak gibi davrandı Kerim, kadını tokatladı. Ensesini kedi gibi ısırdı gülerek. Kadın çığlık atacaktı, Kemal, kadının ağzını kapattı. Kadının bacağını okşamak istedi, kadın ona tokat attı, kırmızı boyalı uzun tırnak Kemal’in bir gözüne geldi, “gözüm!” diye acıyla inlemeye başladı, kadın Kerim’in elini ısırdı, Kerim de acı duyarak elini geri çekti, kadın araçtan kaçacaktı, Kemal, yumruk savurdu, bu noktada durum şakalaşma gibi ilerliyordu, iki polis gülerek kaprisli kediyle oynuyordu. İki polis de can acısıyla çok sinirlenmişti ama. İkisini de çığırından çıkaran bu olmuştu, kadın ağlayıp yalvarsa onu o saniyelerde biraz istedikleri gibi oynayıp bırakacaklardı; ama iş bir hırsa, (kim daha güçlü; polis itaat etmeyenden hiç hoşlanmaz, onu eşek sudan gelinceye kadar pataklamak ister, basit polis dürtüsü işte) kadını ele geçirmeye dönmüştü; çünkü kadın direnişçiydi ve iki polis en sevmediği buydu, saygı görmemek, isyan.

Kerim kadının ensesine tokat attı, saçtan çekti, Kemal kadının bacağını okşamaya başladı. Kadın aracın ön panelinde gördüğü kerpetene benzettiği demir fındık ya da ceviz kıracağını aldı ve seri biçimde önce Kemal’in yüzüne indirdi ve Kerim’e indirdi. Kemal, acıyla yüzünü tuttu, Kerim ise alnını. Kadın fare çevikliğiyle kaçtı araçtan ve koşup karavana geçti. Kapıları kilitledi. Gazladı. Öyle panik ve telaşla gazladı ki…yolun kenarındaki iri bir kayaya tosladı arka sağ teker yarıldı, araç yoldan çıktı, hendeğe savruldu, ileri gidemezdi, tümsek vardı, geri vitese taktı, geri ilerledi, hendekten çıktı ama araç ilerlemiyordu, kontak çalışmıyordu.
Karavan sadece yirmi metre ilerleyebilmişti. Bir arıza vardı, yapamıyordu.
Kızları pencereleri kapattı.

Ve Kemal’in cep telefonu çaldı, arayan karısıydı, “seni çok özledim canım.”
“İşim var, ben seni sonra ararım” deyip kapattı telefonu, küfür etti.
Sigara yakmışlardı. Kemal ve Kerim aç köpekler gibi çok kızgındı, karavana yanaşmışlardı, içerdekiler bunların sırtlanlardan farksız olduğunu anlamış korkudan ödleri patlıyordu, Kemal ve Kerim camlara yanaşıp saklanıp aniden camlara vuruyor ya da eğiliyor, kalıp cama yüzlerini yaslıyor, çocukça oyunlar oynuyor, gülüyorlardı, sakince ve baştan çıkarıcı güzel sözler söyleyip onları sakinleştirmeye çabalıyorlardı. Ama işe yaramıyordu.

“Açın kapıyı, sizin neyiniz var?! Sizi otele götüreceğiz!” diyordu Kemal, “küçük bir şakalaşmaydı hanım efendi. Lütfen kapıları açın.”
Bu kadının yaptığı burada kalmayacaktı tabi ki. Alman annenin onları salak yerine koymasını, yani onların elinden kaçıp kurtulmasını bir türlü hazmedemiyorlardı, birinin gözünün acısı, diğerinin elinin acısı geçmemişti, zonklama çok kuvvetliydi. O kavga, dalaşma esnasında çok şiddetli hissedilmedi; ama şimdi beter boyutta hissediliyordu. Aracın camını kırsalar? Yok,
onları kandırıp oradan çıkarmanın bir yolu vardır. Kemal kızgınlıkla yumrukladı camı.
“Bırakalım” dedi Kerim.
“Gözümü çıkardı orospu!” diye cevapladı Kemal, “bunun hesabını verecek anamı siksinler!”
“Bizi şikayet ederler.”
“Gözüm mahvoldu. Dayağımı yiyecek, soyacağım o kaltağı. Ayakkabılarımın yalayacak!”
Kemal tam da pes etmek üzereydi, gözünün acısı azalmıştı. Son çare aklına Malik geldi. O çare olmazsa bu kadını boş verecekti.

Malik, olay yerine geldi ve şaşkınlığını gizleyemedi, ses etmeden çekip gidecekti; çünkü bunlar yoldaşlarıydı, ne acılara sıkıntılara birlikte göğüs germişlerdi; ama dayanamayacak gibiydi ve patlayacaktı; “ya sapıttınız mı lan siz!?” diyecekti, demedi, “bu aileyi nasıl kurtarırım” diye düşünüyordu ve Kemal şöyle dedi: “O ufak kız, onun her yerini öpeceğim.”
Kerim: “Çocuk ama.”
“At gibi sevişir o küçük memelerini fark etmedin mi??”
Güldü: “Sakinleş dostum.” Yine güldü. Duyduklarına sevindi ama. O da küçük kızı çok beğenmişti, en çok onu beğenmişti.

Polis aracının ön kaputunda kuru fasulye pilavı yemeye başladılar neşeyle. Tepe lambası dönüyor, kırmızı ve mavi ışığa boyanıyor ikili, Eski çağda, gotik bir çağda bir sirkten bir esinti gibi gülüyorlar ve aniden sertleşiyor sözleri. Hırs. Delilik.
Küfürler hava uçuşuyor, sonra aniden bir neşeyle dolup taşıyorlar, gülüşüyorlar, espri ve şakalar yapıyorlar birbirine, sonra başka bir ruh haline geçiyorlar, bir çocukluk anısını anlatmaya başlıyor Kemal, Kerim ise ona acı çektiren bir kızdan söz ediyor, Kemal ilk aşık olduğu kızı anlatmaya başlıyor. Bunların ikisi de mini etekli ya da meme çatalı görünen bir kızla yan yana gelip hiç sohbet etmemiş, tutucu ve dinci çevrelerde büyümüş çocuklardı. Bikini giyen kızlarla denize girmemişlerdi. Islanan kırmızı ya da yeşil ya da siyah ya da lacivert bikiniyle birlikte kızın cinsel organının silüeti gün gibi ortaya çıkar. Her yeri görünmese bile görünür. Fantastik bir kır manzarası gibidir, çocukluğun akılda kalan en tatlı anıları gibidir.

Karşılarında oturan kız bacak bacak üstüne atmış ve nerdeyse iç çamaşırı görünüyor ve memelerinin en tatlı kısmı da giysiden taşmış su gibi; bu ikili öyle bir kızla, kızlarla bir kafede ya da üniversitede buluşup “uzayda yaşam mümkün müdür?” diye hiç felsefi (felsefe atların en görkemlisidir) sohbete dalmamıştır. Öyle sohbete dalan kulağı küpeli ve saçları uzun genç adamlar vardır her ülkede ve kızın pembe bir iç çekiş sahibi çocuksu memelerine, güzel ve parlak bacaklarına vahşi bir tutkuyla hiç bakmazlar. Onlar için sıradan bir durumdur bu. O asil çocuklar seksi ve güzel kız arkadaşlarını asla yatağa atmayı düşünmezler; tertemizdir içleri. Onları da baldık bacak memeyle etkileyemezsin. İki kafadar baskıcı çevrede büyüdükleri için açık saçık kadınlar karşısında anında bir travma yaşar, bir yuvarlanan kaya, (rock) gümbürtüyle ne olduklarını bilemedikleri bir çaresiz hale, eli kolu bağlı hale geliyorlar haliyle, basiretleri bağlanıyordu. Kadın denen şeyi evlendikleri gece keşfetmişlerdi, görücü usulü evlenmişler, hiç öpüşmeden, hiç sevgili edinmeden evlenmişlerdi, klitoris ya da kadının g noktası…kadının cinsel organında tam neresi yalanırsa kadın zevk alır? Bildikleri hiçbir şey yok. İyi yürekliler, evlendikleri kızlar da aynı. Gün görmemiş sıkıntılı kızlar. Kocayla gün yüzü görecekler. Baba evlerinde sıkıntı bitmezdi. Kör topala bile razı gelebilcekleri, berduş olsa bile yeter ki ailesini geçindirmeyi ihmal etmeyen iyi yürekli biri, yüzüne bakınca, sesini soluğunu duyunca tatlı bir ışık yayılsın içlerine, yumuşacık bir his. Sıcak bir his…verebilen biri. Kör olsa bile… o evden kurtulurlarsa bir kocayla…yürekleri bir ederek cehennemde bile bir bodrum katta yaşayabilirlerdi.

Kemal, çaktırmadan karavana yanaşıp iki eliyle vurdu cama “”böööö!” diye bağırdı, anne ve kızlarının ödü patladı, çığlık attılar, “yemek bitsin görüşeceğiz sizle!” dedi parmak salladı, ve kahkahalar atarak döndü yemek masasına.
Kıtlıktan çıkmış gibi yiyorlardı yemeği soğanla. Malik, alet çantasından bir tornavida aldı ve karavana yanaştı. Kapıyı açmayı deniyordu, ciddi değildi, amacı onları korkutmaktı, yemeği bitince ciddileşecekti, bu sırada içerde büyük ve küçük kız cep telefonlarının kameralarını açmış çekim yapıyordu, Kerim oradaydı ve Malik de onlara uymuş gibi bir pozlardaydı, içindeki sıkıntıyı gizliyordu, dostlarını ayıpladığını belli edemezdi. Onların yanında yüce bir açık mavi ruh gibiydi ya da sirkteki maymunları izleyen 15 yaşındaki halindeydi. 15 yaşın heyecanıyla. Olay merak uyandırıcıydı, bu olay nereye akacaktı, çözüm ne olacaktı, bu şebeklerin başına ne gelecekti, o da burada olduğuna göre bu işin faturası ona da çıkacak mıydı? Islak saçları öne döküldü, lanet adi jöle, saçlarını geri yatırdı, elleri yapış yapış oldu, sigarası yere düşmüştü, eğilmek için elini uzattığında sigaranın yanındaki akrebi fark etti, gölgesini gördü, ot sandı onu, siyah akrepti dikkatlice baktı, polis aracının dönen tepe lambasının kırmızı mavi dalgaları arasında, ödü patladı, en tehlikeli akrep Türkiye’deki. Küfür etti, yenisini yaktı sigaranın, besmele çekti, dinlediği haberlerde keçi sakallı bir astrolog dolunay zamanı olacak fena şeylerden örnekler veriyordu, koltuğa uzanıp sigara içerken hayalet gibi ve terlerken… “Sahiden öyle mi la?! Astrolog haklıysa?” diye düşündü. Korktu, hemen evine gitmeyi düşündü; ama korkak tavşan gibi davranamazdı. Sıvışmak Malik’e göre değildi, hayatı boyunca hiçbir şeyden kaçmamıştı. Çarpışmıştı! Dayak yiyerek yere serilse bile mahallenin en güçlü ve azmanı pitbul gibi çocuğundan.. Bu üç kadın dostlarına bir iş mi edecekti? Birinin silahını kapsalar? Gizli biri silahları varsa, çıplak bir ısırış bile öldürebilir insanı, yeter ki güçlü kavrasın. Dişlerle tır çeker bazı adamlar. O yağlı koyu karanlık ve yapışkan korku içine düşünce bir sahne, gazete tv haberi parladı zihninde. Genç polis memuru polis arkadaşlarıyla bir genci gözaltına almak için bir eve gider ve sabıkalı genç adam direnir ve o tantana esnasında kadın polisin tabancasını kapar ve tabanca peş peşe patlar, kadın polis yere serilirken genç adamın annesi de yaralanır. Kadın polis öldürülmüştür kahpece, İstanbul’da. Genç adam siyah çöp poşetiyle adliyeye getirilir. Sanırım Türkiye tarihinde bir ilktir ve çok yerinde olmuştur bu sitil. Kadın polisin hayallerini bitirdin kocasının! Lütfen suçluları gözaltına alırken Amerikan polisi gibi sert ve amansız olun!
Malik’in benliğine yerleşmiş polis ruhu, gücü alev aldı. “Çok kötü şeyler olacak” dedi içindeki ses. Eğer olacaksa başını çaresine bakmalıydı. Silahı belindeydi, eli silahına gitti ve silahını tuttu, güven hissetti. Emindi, kötü bir şeyler olacaktı bu gece bitmeden. Bir yanıyla kalbi olaya yapışırken öteki yanı ise seyirci gibiydi.
Sigarasını tüttürüyor, bir eli cebinde.
Malik dedi ki: “Çocuklar bizi kayıt altına alıyorlar.”
Kemal: “Kapıyı açınca cep telefonlarını alıp kayıtları sileriz. Malik, korkağın tekisin lan! Azıcık erkek olsan.”
Laflar zoruna gitmişti, patladı: “Silinen kayıtlar geri getiriliyor! Bak ananın 13 yaşındaki çiçek gibi parlak amı gibi kameradan görüneceksin, ben de!”
Kemal’in sinirleri şimşek gibi parladı:
“Oğlum, anama laf etme sakın!”
“Bilinçli olarak o benzetmeyi yaptım Kemal’im! Neden diye sorsana?”
“Sormam siktir git lan! Şerefsiz göt! Seni arayanda hata! Siktir git lan buradan!”
Malik, onun için canını verirdi: “Bak güzel kardeşim. İşi geri dönülmez noktaya gelmeden önce durmanız lazım. Çünkü bunlar sonra yetkililere gider, bizimkiler işi gevşek tutup şikayeti dikkate almayıp hasır altı edebilirler, genelde yaparlar bunu ve bu Almanlar Alman büyükelçiliğine gittiler mi işiniz yani işimiz bitti demektir, Alman hükümeti devreye gider, ipinizi çekerler. Ve Alman gazetelere manşet olurusunuz. İtibarınız sıfır olur üstelik hapse girersiniz.”
Kerim ayılarak, vahim biçimde ve tane tane şöyle dedi; “ya.. ya… evet… evet… adam doğru diyor lan! Annesinin ilk gecesindeki parlayan amı gibi gerçekleri diyor lan Kemal, bizim durmamız lazım.”
Kemal, delice gülmeye başladı, Malik daha çok gülüyordu.
Kerim, bu espriyi bilinçli olarak yapmıştı. Ortam gerginlikten, kardeş düşmanlığından uzak dursun diye. Onların abuk subuk davranışlarına olan isyanın bir patlamasıydı da o cümleler. Onları ayıltsın diye öyle sert laflar etmişti.
Kerim, devam etti ciddiyetle: “Malik dosdoğru diyor. Polis olmak için ne çaba verdik, anamız sikildi. Üç götü başı açık Alman için değer mi hayatımızı sıfır etmeye, varlık sebebimiz şerefimiz Türk ve vatan sevgisi… teşkilatımız… Bu yüceliği imha etmeye değer mi? Sende iki çocuk, bende bir bebek. Karılar bizi boşar. Kimsenin yüzüne bakamayız.”
Asılında bu ikisi güzel, mert çocuklardı, namuslu polislerdi. Üçünün karısı da memleketlerindeydi. Buraya başta sevinçle gelmişler; ama sonra tekdüze gündüzlere ve gecelere dayamayıp kaçıp gitmişlerdi.
Bu tutucu, yavan yere ancak çöl tilkileri, kirpiler ya da yılanlar gibi yaratıklar uyum sağlayabilirlerdi, koca evin direği, onun dediği olur; ama bir yere kadar! Aileden uzak üstelik. Dost sırdaş yok. İnsan kafayı yerdi burada. Üçü de dosttu ve biri burayı terk etmeyi dile getirince bu fikir diğerlerine de sirayet etti.
Üçü de; “ailemizi çok özledik bir hasret giderip geliriz” dediler ama geri dönmediler. Çeşitli bahanelerle kasabayı terk ettiler.

Malik sözü aldı: “Arkadaşlar, kapıyı açıyorsunuz, suç, suç üstüne suç ekleniyor, en iyisi iyice boka batmadan bu işe durdurmak sizin için en iyisi. Beni de içeri aldıklarında sizi korumak için yalan mı atmamı beklersiniz benden, kendimi yakmamı istersiniz, kızım daha üç aylık? Babasını tanımadan mı büyüsün hapislerde mi mahvolayım. Doğrusunu isterseniz hapse düştüm diyelim, karım kucağında bebekle beni mi görmeye gelecek? Hapse düşmektense hemen burada kafama bir kurşun sıkayım öleyim daha iyi. Deniz kenarındaki polis okulunda ne için eğitim aldım? Bu gece… bu lanet dolunaylı gece… İster istemez bu bokun parçası oldum, suç ortağı oldum, size yemek getirdim, sapık polislere yemek getiren polis memuru Malik.. gazete haberlerinde böyle söz edecekler benden… bu dolunaylı gece bizi iyice şeytanlaştırmadan ya da birbirimize düşürmeden işin doğrusunu uygulamaya koymamız şart kardeşlerim!

Bulanık zihinler yerine gelmişti ve bu acı uyandırıcı laflar etkisini hemen göstermişti.
Kemal, kapıyı zorlamayı bıraktı. Ama az sonra; “madem bu işi bıraktık” dedi, “bunların ödünü patlatıp öyle bırakacağım!” Kapıya yanaştı ve öyle şeyler anlatmaya başladı ki, Kerim de oyuna katılmıştı. Tecavüzden, onları kesmekten, korkunç şeylerden, işkencelerden söz ediyorlardı.
Kemal: “Aracın kapısını patlatalım, belki içerde suç unsuru yakalarız.”
Kerim de bunu destekledi; ama Malik buna karşı çıktı. Başlarına iş açılabileceğinden söz etti yeniden uzun uzun ve Kemal caydı.
Kerim, tarlaya, büyük tuvaletini yapmaya gitmişti.

Malik de o ara oradan uzaklaşıp derin karanlıkta eriyip kayboldu, komiser Necdet’i aramıştı, bu işi en güzel o çözerdi ve Malik böyle yaparsa zarar görmeyeceğinden emindi. Sorumluluk Necdet’te olurdu, dostlarını karşısına almaya çekinirdi Malik. Sevdiği dostlarıyla karşı karşıya gelmek isteyeceği son şeydi hayatta.
Kemal, yeni bira kutusunu açtı ve lıkır lıkır yudumladı, sızan bira boğasından yakasına bulaştı, öksürdü, diğer elindeki sigaradan derini bir nefes çekip havaya püskürttü, geğirdi; “dolunaylı gece dedin, o da neyin nesi Malik?”
“Böyle gecelerde kötü şeyler olur, böyle gecelerde insanın kendini kontrol etmesi lazımmış. Öfkesine uymaması lazımmış.”
Kemal kahkaha attı ve dedi ki öfkeyle:
“Anasını siktiğimin dünyasında sürekli yaptığım bu, karım gittiğinden beri yaptığım bu, elime geçen hiçbir şey yok, her gece saatlerce aynı şeyi düşünüyorum.”
Sustu.
“Nedir?” dedi Kerim, vehametle, merhametle, sesinin tonu epey kardeşçe çıkıyordu, “saatlerce düşündüğün şey nedir canım benim!”
Kemal ona ağlayacak gibi baktı. Kerim onun yanına sokuldu ve onun saçını ve yanağını okşadı. Kemal ise aniden
kahkaha atmaya başladı: “bu kez sürekli baskıladığım şeyi açığa vuracağım.
Yere bağdaş kurup oturdu. Kerim de şeyhin yanına oturur gibi diz çöktü, yanına.
“At şey yapmayı düşünüyorum.” dedi Kemal, gülümsedi ikisine.
Kerim: “At mı bacaksın? At da nerden çıktı dostum. Ona bakmak çok zordur. Sana iyi bir Alman kurdu alırım, dostum bunlardan üretip satıyor, bana ücretsiz verir çocukluk arkadaşım çünkü.”
Malik: “Atları ben de severim, ben de bir ara at bakmayı düşündüm.”
“Öyle değil” dedi Kemal. At şey yapmayı düşündüm.”
Sustu
“Şey yapmak da nedir oğlum?” diye sordu Kerim.
Kemal güldü ve baklayı ağzından çıkardı: “At sikmeyi düşündüm, dişi atın kıçını yalamayı ve içine boşalmayı!”
Kerim, elinin onun yanağına koydu ve itti sertçe.
“Ne biçim şaka lan bu! Ben de seni deli eden şey, seni hasta eden şey için sana yardımcı olmayı istiyordum köpek gibi. Hayatımda duyduğum en iğrenç şey bu! Hastasın oğlum sen! Tam tımarhaneliksin de haberimiz yokmuş. Bize içinde uyku ilacı olan bir şey içirip tecavüz edersin artık, bizi at olarak görürsün. Malik ne yazık ki kankamız aklını kaçırmış, dikkatli olsak iyi olur.”
Kemal, delice gülmeye başladı.
Sürekli düşündüğüm bu. Arkadaşlar ben sapık mıyım. Gecenin birinde aniden bu düşünce geldi. Aniden. Delice bir arzu var içimde.”
“Kadınsızlık başına vurdu” dedi Kerim gülerek.
Kemal: “Onunla ilgisi yok ki. Bak arkadaş, hep baskıladım, bende bir bozukluk oluştu dedim, doktora gideyim dedim, doktora gitsem bunu nasıl izah edeceğim? Bu kez baskılamadım ve size açtım içimi. Neden? Belki işe yarar diye, Türkiye’de herkes asırlardır baskılar kendini. Süper silahlar savaş makineleri icat edip sattılar ama zihniyet bir türlü değişmiyor: Ayıplanma, dışlanma korkusu, aforoz edilme korkusu içimize işlemiş. Siz en sevdiğim adamlarsınız hücrelerimde nasıl bir kelebek dolanıyor bilmeniz hakkınız. Delirdiğimi düşünüyorum ama delirmediğimi de düşünüyorum. Bu şeyin bir açıklaması olmalı. Sizce ben delirdim mi ya da beynimde bir sorun hastalık mı oluştu, gidip tomografi mi çektirsem? Beynimde bir timör başlamış olabilir. Kadın sanatçının biri. Sesi süper baş dönmeleri yaşıyormuş, vertigo demiş doktor, beyin tomografisi çektirmiş, beyincikte iki damar tıkalıymış meğerse. Başının dönmesinin sebebi buymuş.

Sonra bir yazı okudum, Alman filozof, hani ‘beni öldürmeyen güçlendirir’ adlı aforizmasını icat eden adam, ateist adam, ateistlerin taptığı adam, ilah… …o adamın delirmeden önceki son sahnesi… Sokaktadır gece, bir fayton geçerken caddeden.. önüne atlar ve ata sarılır, atın önünde diz çöker… ve sonra aklını kaybeder. Aramızdaki fark şu: Ben atı sikmeyi hayal ederken o ata sarılıyor. Diz çöküyor. Acaba diyorum ata sarılmam gerekirken yanlış bir şey mi hayal ediyorum. Ya niye at, köpek sincap ya da deve değil mesela? Neden tavuk ya da tavşan değil? Neden gökkuşağı ya da ergen kız değil? Neden elektrik direği değil? Neden değil geçen senenin acımasız kışı? Neden kır çiçekleriyle dolu tarla değil? Neden neden amına koyim!?” Kemal ağlamaya başlamıştı.
Bu gözyaşları, hıçkırıklar Kerim ve Malik’i derinden sarsıp etkilemişti. Ona yardımcı olmak için ne gelirdi ellerinden, içleri yanmıştı, sert ve karizmatik dostları çocuk gibi ağlıyordu yanlarından, hiç ağlamıştı. Güçlü ve sarsılmaz Kemal yerle bir olmuştu, unufak olmuştu. Malik öyle bir kızgınlık duydu ki Kemal’i hasta eden şey her neyse, polis aracına bir yumruk attı, eli acıdı fena. Gözleri yaşardı keskin bir acıyla. Kemal mutlu olacaksa şu üç Alman’a ne istiyorsa yapsın, sonrası, hepsinin kafasına birer kurşun sıkarlar ve onları gömerler, karavan da parçalara ayırırlardı, kim bilecek ki bu gecede olanları? Birçok polis faili meçhul cinayetin baş rolünde olmamış mıydı, Cumartesi Anneleri diye bir şey var? Devlet, polis eliyle kaç vatandaşı öldürdü, gözaltında öldürülen Türkler?

Belki de Kemal haklıydı, kendini baskılamak bir zehirdi, açığa vurmak tedavi ediciydi, doğrusu bu muydu?
Kemal, gülmeye başladı: “Atını siken kovboy fıkrasını ilk duyduğumda iğrenç olduğunu düşünmüştüm, ergendim, ama o fıkrada sözü edilen şey başıma geldi, gerçekte bir at bulup onunla cinsel ilişkiye girersem bunun sonucunun fıkradaki gibi olmasından korkarım. Penisim yok olmuş ve yerinde dev bir vajina!”
Herkes gülmeye başlamıştı.
Kemal dedi ki: “Ya söyleyin dostlar, bana neler oluyor?: Ben sapık mıyım?”
Ağlıyordu gözleri kapalı. Başı önüne eğik. Kerim, onun yanına oturdu ve başını iki eliyle tuttu: “Gözlerimin içine bak dostum! Lütfen!” Kemal, gözlerini kapatmıştı, meditasyon yaparken transa girmiş ve başka, bambaşka, bilinmeyen sırların sırrı lacivert bir aleme savrulmuş gibiydi. Kerim, onun başını sarsıp tuttu, onu kendine getirmek istiyordu, bu hali çok kötüydü, yoksa dostu şizofreni mi oluyordu? Şizofreni pislik bir hastalıktı ve bir kardeşi şizofrendi. Onda da böyle sayıklamalar, bilinç kaybı görmüştü. Şizofreni en iflah olmaz hastalıktır.

YAZAR NOTU:

Şizofreni en iflah olmaz hastalıktır.
Dedim ama şizofren arkadaşım kitap okumaya başladı benden kitap alıp, çöplerden bulduğu kitapları bana getirir, onun sayesinde iyi yazarlarla tanışıyorum.
Askerlikte başladı sorunu. Evde bir çuval patatesi el bombası diye düşünüp düşmana fırlatmış. Abisi anlattı. Canım ciğerim dostum! Üzüm üzüme baka baka kararır derler ve ben kitap okuyorum, yüreğimi veriyorum, o da bana, ve kitap okuyor! Sıkılıyorum demiyor! Düzgün ve sevgi dolu adamların ilgisi olursa… dostum çok daha iyi hale gelecektir ve tek ben varsam tamamdır! “Senin içini gırtlağımı keser atarım” demişti bir keresinde bana, birlikte hurda toplamaya çıktığımızda, ayazlı pis bir gecede, geç bir saatti, in cin top oynuyordu, apartmanların arasında ilerliyorduk Atakum, Samsun’da. Bana öyle bir söz söyleyen ilk ve tek yürekli insan. Ben ömrüm boyunca böyle yürekli bir adam hiç görmedim!

Öyküye dönelim:

Kerim, daha sıkı kavradı Kemal’in terli başını. Bir elini başın arkasına koydu, diğer eliyle çeneden tuttu, dedi ki:
“Aç gözlerini lan! Aç gözlerini ya ve bana de ki ben sapık değilim!”
Kemal, onu umursayacak düzeyde, algıda değildi. Acı bir haykırış içine gömülmüş ve onda, onunla kaybolmuş gibiydi benliği, çabalasa onu kusmuk gibi çıkarabilirdi, bezgin ve bitkin görünüyordu. “Aç gözlerini diyorum sana! Bana bak ve sapık değilim de, senin gibi biri helal süt emmiş biri sapık olabilir mi? Mal herif!”
Malik yardıma yetişti: “Kerim haklı.”
Malik’in babasının sufi yönü vardı ve öyle kitaplar okurdu, o yön Malik’e de geçmiş onun kitaplarına göz gezdirmişti gençlik yıllarında, o atmosfer Malikin bilincinde kayıp bir prenses gibi yer etmiş, öyle kitaplara sevdalanmıştı. İnsan babadan gördüğü şeylere aşık olur. Futbol sevgisi
Antika sevgisi mesela. Malik’in aklına okuduğu kitaplardan sözler gelip projektör gibi parladı.
Sen sapık değilsin Kemal! Kafaya taktığın şeye bak. Birçok evliya, sufi öyle şeyler yapar ki… bu sapıklık olarak algılanabilir.
Hatta öldürülürler. Şems öldürüldü mesela. Mevlana ona aşk mektupları yazdı durdu, o mektupları okuyan kimi Mevlana eşcinsel diyebilir. Ne alakası var!
Bunların ikisi sapık iki eşcinsel diyebilir! Eşcinsel olmak da suç değildir ki. Başka şeyler var: Abdülkadir Geylani hazretleri var, çöllerde öyle şeyler yaşamış ki tek başına, Kendini saflaştırıp Allah’ı bulmak için gece gündüz namaz kılıp oruç tutmuş, soğuk gecelerde Allah’ı zikredip durmuş. “Kum bi iznillah!” deyişi var meşhur, sofrada pişmiş tavuk vardır, pişmiş tavuğa böyle der ve tavuk hiç pişmemiş gibi canlanır ve yürümeye başlar. Ölü tavuğu diriltmiş. Tavuğa: “Allah’ın izniyle ayağa kalk” diyor yani. Düz akılla ve mantıkla, kabataslak yaygın bakış açısıyla bak açıklayamazsın bunu, tuhaf sıra dışı bir fikrin olsun, oluyor adın sapık, öcüsün, aşağılıksın. İdamlıksın ya da hapisliksin. İnsan denen mekanizma zaten sapıklıkla dolup taşar ve bize bazıları normal ve bazıları anormal diye yutturulur. Boşuna ezik harap hissetme kendini Kemal. Öyle şeyler okudum, biz her şeye düz ve kaba bir ahlakçılıktan bakıyoruz. Senin at sikme dürtünün kaynaklanması. Bu bir şeyden… kötücül bir şeyden kaynaklanıyor bence… hani ateşe işenmez derler. Annem küçükken derdi bana. Bacak arana kötü bir şey bulaştı belki de, metafizik bir pislik. Akılla izah edilemeyecek karanlık bir enerji. Atlar evrende yaratılan en güzel hayvan. Atla cinsel ilişkinin perde arkasında iyilik bulman var sanırım. Atın enerjisi çok güçlüdür. Hiçbir hayvanda yoktur bu kutsanmışlık.
Kemal, birden hortlak gibi gözlerini açtı ve başını kaldırdı, Malike dikti gözlerini, zombi misali bakıyordu pörtlek gözlerle.
Kemal şöyle dedi: “Yolda kalmış eski bir eroinmanla cinsel ilişkiye girdim. Eroini bırakıp esrara başlamış. Çok karanlık bir kızdı, öyle hissettiriyordu. Geçen yaz şehir dışına bir dostu görmeye gittiğimde tanışmıştım, gece yarısı. Polis üniformama hayran kalmıştı büyük ihtimal. Sarhoştu ve intihar edeceğini diyordu, ağlıyordu, sevgilisi onu terk etmişti, ona moral verdim, içtik, seviştik aracında. Telefonla görüştük, sonra birkaç kez daha buluşup seviştik. At takıntısı da ondan sonra başladı zaten. Kız büyü yapar gibi laflar ediyordu, evet, bu kız büyücü gibiydi. Evrenin bütün gücünü elimde bulunduracağım ve sizi mahvedeceğim gibi laflar etmişti, erkeklere karşı akıl almaz bir nefreti vardı, çıldırmış gibiydi. Çok rahatsız olmuştun ondan. Bu genç kız akıl hastasının tekiydi. Ve o kimden nefret ediyorsa, o enerjiyi kime boca ediyorsa o adamın işi bitikti bence. Bu kızda şeytani bir varlık vardı kesinlikle.
Şimdi tekrar soruyorum: Ben sapık mıyım? O şey nedir?” Gözlerini kapadı, “Biraz düşünmem gerekiyor” dedi, “beni yalnız bırakın lütfen, tek kelime etmeyin, içimi dinlemem lazım.

Komiser Necdet hayalet gibi gelip sokuldu sohbet eden Kemal ve Kerim’in yanına, sohbeti duymuştu, o korkunç şeyleri.
Malik, onu fark edip ona doğru yürümüştü.
“Islak kedi” dedi fısıldayarak, (ona öyle takılırdı) Necdet, kulağından tutup öyle çekti ki yere doğru, Malik koyun gibi yere yıkıldı.
Böyle bir acı hiç duymamıştı, kulağı ne fena çekiştirilmişti. Bu karşılığı alacağını bilse asla aramazdı Necdet’i!
“Sen sapığın önde gidenisin lan!” diye bağırdı Kemal’e. Yerde gözleri kapalı duran mayışık Kemal gaipten ses duyduğunu sanıp oralı olmadı. Kemal, ruhundan bir ses, yanıt beklerken dışsal sesi iç sesi sanarak acıya savruldu zihni.

Kerim’in ensesine kalın bir şamar yedi, Kemalin suratına bir ayrı güzellikte ve efsane bir şamar patlattı Necdet.
“Lan ne oluyor burada?!”
Kemal ve Kerim korkuyla yerlerinden sıçramıştı, akıları yerinden çıkmış gibiydi.
Necdet, tekme ve yumrukla girişti genç polislere.
“Kaybolup gidin hemen görev yerlerinize, sizle sonra görüşeceğiz!”
Korkak sıçanlar gibi dağıldı Kemal ve Kerim. Polis aracına binip vinlayıp uzaklaştılar.
“Malik, sen de kaybol, burada böyle hiçbir şey görmedin! Ona göre!”
Malik, kap kacağı topladı, alet çantasını aldı, bisikletine atlayıp uzaklaştı.
O uzaklaşınca Necdet, sigara yaktı.

Necdet, sigarası elinde karavana yanaştı.
İçerisi görünmüyordu.
Anne ve iki kızı orada bir yerdeydi korkuyla.
Necdet, minik el fenerini çıkardı ve içeri baktı.
Sarı Alman kadını gördü, daha doğrusu yıldırım gibi odaklandı memelerine, aklı, ruhu yerinden oynamıştı, bir kasırgaya savrulmuştu, Malazgirt meydan muharebesinde, en ön saflardaki iri yarı asker olmuştu adeta.
Büyük kızı ve küçük kıza baktı. Gözlerine inanamadı. Bunlar ateş parçası gibi güzellerdi. Necdet, Almanca konuşmaya başladı. İyi derecede Almanca biliyordu, çocukluğu Almanya’da geçmişti. Almanca sözleri duyan kadın sevinç çığlığı attı ve ağlamaya başladı. Kapıyı açtı ve Necdet’in boynuna sarıldı.
Olup biteni anlatıyordu hızla, heyecanla.
Küçük kız araçtan çıkarken ayağı takıldı ve yuvarlandı. Mini eteği açılmıştı. Altında külot yoktu. (kirli olduğu için giymemişti, regl kanlı) Necdet, bir elini uzattı, ona yardım etti ayağa kalkması için, güldü, delirmiş gibi bağırdı iki elini gökyüzüne açıp yağmurda ıslanır gibi: Ütopya ya ya! Ütopya! Ütopya!” Alman anne içki kokusunu almış, tedirgin olmuştu. Şaşırmışlardı, ne oluyordu bu adama? Bu da mı diğerleri gibi delinin teki miydi?
Necdet, hemen bir acil yumruk patlattı. Alman anne yere yuvarlandı; anında bayılmıştı. Ve hemen büyük kızı tutup kafasını kapıya bir kez vurdu ve kaçmak isteyen küçük kızı yakaladı ve kapıya kaportaya vurdu başını. Küçük kız sersemledi ve uyuştu ağrıyla ve Necdet büyük kızın başını kapıya birkaç kez çarptı bayılana kadar ve küçük kızı tutup başını vurdu kapıya. Ama küçük kız da bayılmak bilmiyordu, bu Necdet’i çok kızdırdı, yere düşen küçük kızın kolunu yakaladı ve karavanın gövdesine doğru savurdu çul gibi. Havalanan kız nerdeyse karavanın üstüne düşüyordu ve kayıp yere düştü. Küçük kız uçurumdan taşlar üstüne düşmüş gibi acı hissederek bayılmıştı. Necdet, üç baygın Almana el fenerini tutmuş nefes nefese bakıyordu Necdet. çıldırmış gibiydi. Ses seda olmadan, bir kovalamaca yaşanmadan şip şak hepsini etkisiz hale getirmişti. Fırsat elindeydi ve fırsatı kaçıramazdı. Sarışın ve mavi gözlüler kaçamamıştı. Evet, kaçan bir sarışın ve mavi gözlü vardı ve o da götün tekiyle kaçıp gitmişti. Artık kaybetmeye katlanamazdı, önce karısı kaçmıştı, sonra o sarışın, ve şimdi elinde tam üç sarışın ve mavi gözlü vardı. Şimdi elinde tam üç tane güneş vardı, üç ütopya! Akıl almaz bir şans elindeydi ve kaçırmamıştı onu. Aç antik bir hayvan gibiydi ve onları ele geçirmişti. Ruhları içerden çığlıklar atabilirdi. Ama dudaklarından çığlık çıkamazdı. Ve onları kimse duyamazdı, evet, onları bağırıp çağırmadan, kasabadan birileri buraya gelmeden işi bitirmişti.
Parfüm kokuları çok hoştu ve başlarından kan sızıyordu, başlarının, kimi yerlerinin derileri sıyrılmıştı, kimi büyük kimi küçük bölgeler… kol, bacak ve alın, çene, şaka kemiği, en çok hasar alan küçük kızın suratıydı, yüzü kan içindeydi, yüzünün birçok bölgesi yara gibi soyulmuş, deri ezilip eriyip gitmiş, bir bölgedeki deri kağıt gibi deniz anası yumuşaklığıyla sallanıyordu.
Necdet, içinden durmaksızın; “ütopya!” diyordu. El fenerini tutmuş onları inceliyordu, büyük kızın giysisini kaldırdı, külotunu aşağı çekti, cinsel organına baktı, annenin memelerini inceledi. Heyecanlandı, baygın bedenlerle cinsel ilişkiye girmeyi düşündü; ama sarhoştu. Ayakta sallanmaya yakındı. Uyumalıydı; ama önce eve gitmeliydi hazinesiyle beraber. Büyü saçan hazinesiyle sarhoştu tepeden tırnağa. Ne kadar güzellerdi, bebek gibi parlıyorlar, ışık saçıyorlardı adeta.
Şimdi bu olay olmasa ne yapardı, her zamanki gibi evine gidecek canı sıkkın biçimde… Uzun yıllar önce karısı onu terk etmişti. Bebekleri olmuyordu, Necdet karısına hep; “senden sorun var” diyordu, günün birinde doktora gittiler ve karısında sorun olduğunu söyledi doktor, beslenmeyle ilgili bir şeyler söyledi. Ama sonra başka bir doktora gittiklerinde doktor Necdet’te sorun olduğunu, önceki koyulan teşhisin baştan sona bir saçmalık olduğunu anlattı, yılarca; “bende sorun var, kocama bir çocuk veremedim” diye içi içini yiyen kadın bunu duyunca üstünden adeta dağlar gibi yük kalkmış, kısa bir süre sonra aniden çekip gitmişti kasabadan. Necdet, ise kendini piç gibi hissetmişti, yapayalnızdı, delik deşikti kurşun yemiş gibi. Karısına tek kelime diyecek yüzü yoktu, kadın ne yaparsa ne derse desin sonuna kadar haklıydı ve boşandılar nafaka bile istemedi, “şerefli kadınmış” diye düşündü, istese verecekti, “yalnızlık acısını hisseder ve bana döner” diye düşünüyordu, büyük bir aşkla evlenmişlerdi, işi yok gücü yok, sigortası yok, “onu o yaştan sonra kim alır? Dönecek sana umudunu kaybetme” diye düşünüp dururdu, kendini motive ederdi ama karısı biriyle evlendi ve ikiz çocukları oldu. Necdet, işte o zaman kendini korkunç hissetti, içi nefretle dolup taşarken delirir gibiydi, bu duruma, kadere, şansızlığına ve ahmaklığına ve doktoruna derin bir kin beslemeye başladı, sorumlu gördüğü herkesi öldürmeyi çok istiyordu. Eski karısının bebek doğurup mutlu olmasını hazmedemiyordu.

Katmer katmer acı ve buz gibi soğuk bir karanlıkta bulmuştu kendini, bir hücrede, aşık olduğu karısı yoktu ve kasabaya Ali mekan açınca işler değişmeye başladı, Necdet, içerek kafasındaki karanlığı atmaya, hayata tutunmaya, sakin ve normal kalmaya çalışırken Ali ile güçlü bir dostluk geliştirmişti, Ali, adeta
sevgilisi olmuştu, insan bir şeyler yaşar ve ruhu, içi körelir. İnsan ayakta ölmeye, çürümeye başlar. Ali, onu derin bunalımdan ve yalnızlığından çıkarır, neşelendirir, onun adeta ruhunu tazelerdi. Ali’nin de benzer dramları vardı, sevmişti sevilmemişti, en son sevdiği kız da intihar edip ölmüştü, evleneceklerdi hesapta. Ali bu kaybediş, acı sonrasında gerçekten bir kızı sevmeyi başaramamıştı. Yalnızlığın ağır, aksak ve karanlık gecelerinde bir kelebek gibi süzülüp süzülüp dururken içkiye sığınmıştı, o eskide kalan mutlu günlerle avunurdu. Yaşamayı, devam etmeyi dostlarla, işiyle mümkün kılmıştı.
Evet, bu geceki olay olmasa Necdet her zamanki gibi bombok hissederek eve gidecek, uykusu gelene kadar belgesel izleyecek, biraz daha içecek, bomboş ve çok can sıkıcı odasına gidip uyuyacaktı.

Necdet, güçlükle üç Almanı sivil aracına yerleştirdi, arka koltuğa.

Ali, barı müşteri olmadığı için kapatıyordu, Necdet’in aracını fark etti ve “yanaş” diye el etti. Sarhoş ya, evi bulamadığını düşündü. Kaza yapmasından endişeliydi. Onu eve götürmeyi teklif edecekti.
Necdet, aracı yol kenarına çekti.
Ali, arka koltukta çuval gibi yan yana duran üç Almanı fark etti.
“Kim bunlar, misafirin mi?”
Necdet, ne diyeceğini kestiremedi, cesareti kırılmıştı Ali’nin gözleri; daha doğrusu ruhuyla karşılaşınca. Uyumalıydı, bunları eve götürse uğraşacak hali yoktu; ama Ali çok içkili değildi ve yardım edebilirdi: “Açlar, karavanları sıkıntı, yemek yemeleri lazım.”
“Bugün mis gibi ,et kavurması yapmıştım, gelip yesinler.”
Ali dedi ki: “Halleri çok perişan, birileriyle kavga mı ettiler?”
“Kaza yaptılar.”
“Tedavi edilmeleri lazım arayayım doktor gelsin.”
“Yok yok, ben ararım zahmet etme. Ciddi bir şey yok. Aceleleri var; yemek yiyip gidecekler.”
“Bak bence içeri gelsinler yemek yesinler pansuman yaparım.”
Necdet, hazineyi çaldırmaktan endişelendi. Ama teklif yararınaydı,
Alman kadın kendine gelmeye başladı, büyük kızı da. Sesler duymuştu, küçük kız ise acıyla inliyordu, küçük kız sanki yüz kilometre hızla giden araçtan atılmış gibi beter hissediyordu, her yeri acıyordu.
Necdet, emniyet kemerini taktı, lüks kırmızı aracı Türkiye’de sınırlı insan kullanırdı, dedesinden kalan devasa tarla vardı, onu müteahhide satmıştı, trilyonerdi, karısı bir çiftlik evi kuralım, arazi alalım diyordu, sen de emekli olursun, Necdet gidip bütün parasını süper lüks kırmızı araca yatırmıştı karısına danışmadan. Çocukluk hayalini gerçekleştirmişti. Kadın bu işe çok bozulmuştu ama şöyle düşünmüştü, ona bir çocuk veremedim ama çocuğu gibi sevdiği, çocukluk haline kavuşması sorun olmaz. O mutlu olsun yeter ki, tabi bir trafik kazası yapsa, araç patlasa hava uçardı trilyonlar.
Sana bir şey göstereceğim dedi, gaza yüklendi, araç yerindeydi ve motor bağırıyordu, lastikler yanıyor, sis bulutu çıkıyordu, o kadar çok duman çıktı ki, Necdet dumana boğuldu, öksürmeye başladı. Görünmez oldu, lastik cayırtısı kaplamıştı ortalığı, araç zırıltısı, sanki orada yangın çıkmış ve her yeri duman sarmıştı, dumandan göz gözü görmüyordu, motor sesi çok güçlüydü ve Necdet hep yapmak istediği şeyi yapmaya başladı, aracı yürüttü ve göt attırdı, yüz metre ilerledi ve dönüp geldi ve aracı yine göt attırırken araç iki teker üstüne ilerledi, sol ön ve arka teker üstüne. ve kaplumbağa gibi ters döndü, Necdet koşup yetişti, Necdet’i çıkardı araçtan.
“Çok kötü olacak çabuk ol!”
“Ne olacak be! Kaporta yepyeni olur tamircide.

Ali, panikle üç Almanı da çıkardı araçtan, araçta pin pon topu gibi dönmüşlerdi.
Ali dördünü de uzak mesafeye aldı ve patlamayla irkildiler.
“O da neydi?!” diye korkuyla bağırdı Necdet.
Ali: “Senin araç havaya uçtu.”
Necdet, başını çevirip arkasına baktı, alev alev yanan kırmızı aracına baktı, küfür etti, dedi ki: “Aracı aldığımdan beri 80’lik ihtiyar gibi sürdüm kaza yaparım havaya uçar ölürüm diye, bir kez ilginç bir şey yapayım dedim havaya uçtu. Sıçayım böyle şansa. Sigara yak ver bana.”
“Bak içinde sen yoksun, buna dua et. İçerde sıkışıp kalsan kebap olurdun.” dedi Ali, yaktığı sigarayı ona verdi ve sonra kendisine bir sigara yaktı.
“Umarım sigortası vardır. Aksi halde gitti bütün servetin. Ama sana demiştim; alma diye.”
“Sigorta için arayan kadına sinir oldum, bir küçük tartışma yaşadık, bir imza atmam gerekiyordu. Keşke o imzayı atsaydım.”
“Canın sağ ya ona şükret.”
“Şükür edeyim tabi de amına koyim gitti servet, keşke almasaydım bu boku!”

Ali, Alman kadını koluna girerek araçtan çıkarıyordu. Kadın onu itti: “Kötü polis! Kötü polis!” Almanca bir sürü şey söylüyordu. Yaşatılanları anlatıyor, tehditler savuruyor, küfür ediyordu. Durmaksızın vikvik konuşup kafa ütülüyordu.
Ali, sordu: “Necdet ne diyor bu kadın? Ben ona yardım etmek istedim, tokat attı, şeytan görmüş gibi bir hali var?”
“Kazanın şokunda. Kafası yerinde değil. Seni başkasıyla karıştırdı.”
Üç Alman bir yuvarlak masa etrafındaydı barda. Ali, masaya pansuman malzemeleri getirdi. Alman kadın onları tutup fırlattı bir köşeye. Küfürler yağdırdı, isyan ediyordu.
Ali, et kavurması ve yiyecek içecek başka şeyler getirdi. Alman kadın onları sağa sola saçmadı.

Ali ve Necdet diğer masada otuyordu.
Ali sordu; “nasıl bir kazaydı?”
“Can sıkıcı bir olay. Ali, sence bu Alman kadın benle evlenir mi bu gece?”
“Severse olur herhalde. Bekar mı, neyin nesi bilmem?”
“Böyleleri kocasız gezdiğine göre, özgür takılmayı seviyor demektir. İstediğiyle sevişir.”
Necdet, Alman kadına öyle bakıyordu ki onunla adeta sevişir gibiydi. Anadolu’nun en bereketli bir yerinde tapulu binlerce dönüm ekili arazisine gururla bakar gibiydi. Ali’den kaçmadı bu. En başından beri onun bir şey çevirdiğini hissetmişti.
Üç alman sirk hayvanı gibi bir masadaydı, canları acıyordu; ama bir şeyler yemek için hareket etmeye çabalıyorlardı, kendi aralarında konuşuyorlardı.
“Ne diyorlar?” dedi Ali.
“Kaza hakkında konuşuyorlar… şoktalar. Yemek bulduklarına şükrediyorlar, senin ve benim hakkımda olumlu şeyler konuşuyorlar.”
Ali, Necdet’in bakışlarındaki parlak karanlığı, şeytani arzu ve hırsı, öteki yani kılıç kuşanmış yönüyle delirmeyi, cinneti, zıvanadan çıkmayı görmüştü.

Necdet, arada barın yıpranmış melankolik gülü Sema’sıyla sevişirdi, o da hayvani bir şeydi, ruh yoktu, Sema’nın kokusunu hiç sevmezdi, Sema iyi bir kızdı; ama Necdet’in tarzı değildi. Oysa Sema onunla evlenmek için can atardı ama Necdet onu kokuşmuş, çürümüş bir şey olarak algılardı. Adileşmiş, ruhunu yitirmiş bir zavallı. Kendine yer bulmak için her numarayı deneyebilen fena yırtık biri. Asla tamir edilemez. Ondaki saf ışığı, kaliteli ruhu ve zekayı göremiyordu, oysa ondan çok iyi bir eş olurdu. Yalnız, bahtsız erkeğe bu çok iyi gelirdi. Necdet, onunla sevişmekten bıkmıştı; ama burada en iyisi oydu.
Hesapta Ali büyük şehirden dostu Necdet için çok güzel bir kız ayarlayıp getirecekti. Necdet hep bunu hayal ederdi. O kız geldi ve onu kaçırdı. Geç saatte televizyon ışığında ses, anıları, acıları akıp giderken. Genelde belgesel sesi… Karısını hayal eder, ağlar, doğmamış kızını hayal eder…
Hayatını mahvettiğini düşünürdü, karısının kaçmasına sebep olduğunu… silahını eline alıp tam kafasına sıkacağı an…durur…Ali’nin sözünü hatırlardı: “Sana çok tatlı kız bulup getireceğim, önce senle yatacak sonra benle…” Gülerlerdi.
Ali’nin büyük şehre gidip güzel bir kız tavlayıp buraya getirmeyi hayal ederdi tv seyrederken, olmadı kaçırırdı
bir güzel kız, ve onu bu kasabaya getirir, evin bodrumda tutsak eder, istediğinde sevişirdi onunla.
“Çocukça, salakça bir iş bu” derdi sonra, kendine gülerdi, acınası durumuna, ağlardı, karısına; doğmamış bebeğini hayal ederdi.
Silahlını çıkarıp intihar etmek isterdi, korkardı, yapamazdı. Ama kız kaçırıp onu evin bodrumunda hapsedenler vardı, Alman’ın biri yapmıştı mesela, hem de öz kızına.. ufak kızını 30 yıl kadar tutsak etmişti bodrumda yaptırdığı özel daireye, bir sürü bebeği olmuştu kızından. Sonra foyası ortaya çıkmış, Alman polisler kızları ve çocukları kurtardı.
İnsan bunu öz kızına yapabiliyorsa Necdet elin kızına elbette yapabilirdi. Günah ve suç olmazdı ki.

Necdet, Alman anneye şehvetle bakıyordu, dudaklarını yaladı, sigara yaktı, “bana içki doldur dostum, harika hissediyorum” dedi.
“Olmaz Necdet, çok içtin, evine götüreyim seni yat.”
“Almanlar ne olacak?”
“Onları merak etme” dedi Ali.
“Hadi lan, karıyı götüreceksin!”
“Ya Necdet içkiyi çok kaçırdın!”
“O kadın ve kızları benim tamam mı, kaptırmam kimseye onları, hep güzel kadınım olsun istedim, ayağıma kadar geldiler.”
Ali, güldü.
“Onlara burada orospuluk yaptıracaksın, değil mi; önce sikeceksin üçünü tabii? Beni eve götürüp bırakacaksın içi geçmiş koca karı gibi, ben komiserim lan! Sen bir sik değilsin Ali!”
Ali, gülüyordu. Ona acıyordu.
“Ailemi kaptırmam sana!”
Ali, yine güldü,
Onların diyaloğu yavaş yavaş tartışmaya dönüşecekti ki Ali’nin acıma dürtüsü ve sarhoş dostunu idare etme mantığı isyana dönüştü, dikkatlerinden kaçmıştı üç Alman ve birbirlerine kilitlenmişlerdi, Almanların en ufağı uyuşturucu çekmiş bir gerilla gibi ya da Osmanlı yeniçerileri deliler gurubu üyesi gibi fırlayıp gelmiş havada bir takla atarak masaya çökmüş, takla sona ererken sağ ve sol elindeki çatalları Ninja gibi savurmuştu, Ali başını çekmese bir gözü gidecekti, Ali’nin yanağı iri bir çizikle kaplandı, öte yandan Necdet’in bir eline çatal saplanmıştı, Ali, en yakındaki sandalyeyi kapıp küçük kızın beline indirmişti, kız anında yere serildi; ama kertenkele gibi sürünerek masaların altına girip saklanmaya çalıştı. Necdet, elinin acısıyla bağırıyordu, çatalı çıkardı ve öte yandan Alman anne ve büyük kızı çoktan atak yapmıştı, Ali, başka bir sandalye kapıp Alman anneye savururken Necdet ayağa kalkmak isterken yere düşmüş, büyük kız Necdet’in başında içki şişesini parçalanmıştı, Ali, Alman annenin başında sandalye parçaladı ve başka sandalye alıp büyük kıza girişti. Ama ufak kız masa altından fırlayıp maymun gibi Ali’nin sırtına atlayıp boğazına sarıldı ve kulağını ısırdı. Ali, acıyla kendinden geçerken duvara tosladı ve küçük kızı domates gibi sıkıştırmaya kalktı, masalara çarptı ve yere devrildiler. Küçük kız akrep gibi düştüğü yerden kalkıp Ali’nin üstüne gelirken Ali yerdeki parçalanmış porselenin bıçak gibi duran parçasını savurdu ve üstüne atlamak isteyen kızın boğazına sapladı. Kız son güçlü anında elindeki şişeyi alinin boğazında parçalamıştı ve kız boğazını tutarak, can çekişir gibi böğürtüler çıkarak geri çekildi, yere düştü, yerde o ürkütücü sesler devam etti, sanki yemekte boğazına bir şey takılmış ve onu çıkarmaya çalışıyor, çıkaramayınca da nefes alamayıp boğuluyor gibiydi. Porselen kırılmıştı ve çok batmamıştı. Herkes düştüğü yerdeydi. Ali, epey sonra kalktı yerden ve başka bir masadan sandalye çekip oturdu, ve az sonra Necdet de kendine geldi ve o da kalktı Ali’nin masasına geçip oturdu, Necdet, soytarı gibi gülümsedi, Ali de ona sevecen bakış attı, başlarını çevirip üç Almana baktılar, köpek yavruları gibi birbirine sokuşmuşlardı bir masanın altında.
“Necdet, kardeşim ne yaptın sen?!”
“Gördün işte, bunlar yamyam. Bizi çiğ çiğ yemek istediler.”
“Necdet, kafayı yemişsin!”
“Yo; ütopya bu, sen dedin yüz bin kere anlattın ya. Fırsatı yakaladım sarışın mavi gözlü üç ütopya!”
“Ya seni mutlu etmek için söyledim zırvaladım bir şeyler, ütopya bu değil. Ayrıca sana hiç anlatmadım, Almanya’da yaşayan bir sevgilim vardı, onun için oraya gittim ve üç yıl kaldım, intihar etti sonra, Almancayı çok iyi konuşurum.”
“Konuştuklarını anladın demek. Ama bana güven, bunlar ütopya, tersi yok, kesin ütopya, izah edemem ama kesin, hissediyorum. Bu kez kaybetmeyeceğim, sevdiğim herkes kaçıp gitti, bu kez şansı yakaladım, bu kez kazanan olmak istiyorum!”
“Aklını kaybetmişsin gibi konuşma dostum. Şimdi kontrol bende, bu Almanlara el sürmek yok. İtiraz edersen seni duman ederim! Bunlar ülkemizi gezen iyi kalpli Almanlar, orospu ve suçlu değiller. Kendine gel lütfen! Artık kontrol bende!”
“Sen kimsin ki, komiser olan benim! Ananı avradı sikerim lan! Seni aptal tahta kurusu!”
Ali, gülmeye başladı, sinirleri bozulduğundan.
“Gülme bana, eşek mi osuruyor karşında?!” dedi Necdet. “Öldürürüm lan seni, Gavat!”
“Yap da görelim salak herif! Çok ileri gittin haAaa!? Şerefsiz herif. bir daha rahmetli anama küfretme, Dilini koparırım. Sarhoş marhoş dinlemem bak! Oyarım seni!”
Komiser Necdet Belinden silahını çıkardı. Mermiyi namluya verdi. Karşısında oturan dostuna doğrulttu tabancayı, horozu kaldırdı, tetiğe dokunacaktı.”
Ali ise sempatik bir bakış atmaya başlamıştı, kendinden çok emin bir bakış, içerlerken bu bakışı en mutlu olduğu anlarda atardı Necdet’e.
Ve Ali aniden onun kardeşinden öte sevdiği biri olduğunu hatırladı, çünkü o tapılası güzel bakışı çok severdi, ve deliliği son buluyordu, Ali ise eğer tetiği çekerse başını öne eğip masayı onun üstüne devirecekti, iki eliyle Masayı tutmuş tetikte bekliyordu,
Necdet, aniden gülmeye başladı, kahkahası çok büyüktü.
“Sen benim canım ciğerimsin Ali, senin için ölürüm0!” Bir osuruk sesi geldi, “çişim geldi ve altıma sıçacağım, buraya sıçsam sorun olur mu?”
“Ya mal mısın nesin Necdet?” Onu tutup kaldırdı, tuvalete götürdü, o işini görürken fırladı,
“Hanımlar, sizi yatacağınız yere götüreyim, “şuradan” dedi, Ali, onları barın arkasındaki kulübeye götürecekti.
Ama Necdet fırlayıp gelmişti.
“Almanlar nerde!?”
“Güvenli bir yerde.”
“Lan ailemi nereye sakladın; çakal!?”
Ve Ali onu bir omzundan tutup aşağı çekti, masanın altına yatırdı; çünkü dışarıdan yaylım ateş açılmıştı. Ali, otomatik tüfek tutan şahsı bar önünde fark etmiş erken davranıştı.
“Ütopya hırsızı gavat Necdet, bizim onanı almaya geldik!”

Kemal, elinde AK 47 (keleş yani kalajnikof) marka silahla yaylım ateş açarak tarıyordu barı:Ta ta ta ta ta ta ta ta ta ta ta, büyüleyici bir ses, yıkım, ruhsal bir tatmin, tarif edilmez bir tatmindi ta ta ta!

Barın her yerini, camlar pervazlar yanıp sönen ışıklar… her şey delik deşik ya da aşağı iniyordu şangırtılar vınlamalar çıkartarak. Yer yer toza dönüşüyordu mekan ıslıklar çıkararak. Tozların ıslıkları. Yağmurcukları. Çiğ damlası gibi parıltılar sarmıştı içerisini.
“Lan ne oluyor?!” dedi Necdet.
“Kemal bu.” dedi Ali.
Kerim de elindeki pompalı tüfekle ateş açmıştı.
Kemal şöyle haykırdı içerdekilere: “Yeter be! Senin esirin miyiz biz?! Ruh hastası Necdet! Kalasın tekisin. Bir numaralı orospu çocuğusun! Bu gece burada gebereceksin!”
Çünkü ütopyamıza el koydun!”
(Necdet, karakolda çok canı sıkıldığında Ali’nin ona anlattığı ütopya meselesini başka bir versiyonla anlatırdı emrindeki polislere, bezgin polislerini motive etmek, neşelendirmek isterdi, bir 0nevi onlara takılırdı, mesela, “araziniz olacak, bir sürü koyun..”(düşsel şeyler söylerdi emekli olduklarına dair büyülü şeyler…)

Kemal ve Kerim…
İlk kez bir uyuşturucu hap denemişlerdi ve kafaları uçmuştu.
Necdet, belinden tabancayı çıkarmak isterken düşürdü.
Ali, tabancayı alıp beline taktı, yaylım ateş kesilmişti, Kemal, tutukluk yapan tüfeği düzeltmek için uğraşırken... Kerim, onun ters tarafında, barın girişine yakın noktadaydı, ve hapın ve sarhoşluğun etkisiyle ayağını kaldırıma çarptı ve yüz üstü yere kapaklanacaktı, toparladı. Ali,
tabancayı ateşleyecekti, Kerim, tüfeğe baktı, uzağa düşmüştü tüfek. Kemal tutukluk yapan otomatik tüfeği düzeltmişti ve yeniden içeriyi taramaya başlamıştı. Masalarda kurşun vınlamaları, cayırtılar koparken
parçalanan eşyalar konfeti misali havada uçuşmuş, su ve içki dolu şişeler bir yağmur öncesi sis gibi ortalığı kırık cam bardak tabak parçalarıyla alevlendirmişti.
İçerisi paramparçaydı ve yıldız fırtınası gibi yukardan aşağı yağıyordu parçacıklar, ıslak ve parlak parçacıklar, görünmeyen madde gibi bir ıslık cayırtısı… kulaklar bu gümbürtüyle sarsılmış acımıştı kulak zarları.
Ve masalarda hiç açılmamış duran bir içki şişesi bumerang gibi dışarı fırlamıştı,
Kerim, yerdeki şişeyi alır almaz fırlattı, şişe Ali’nin eline denk geldi, tabanca yere düştü, Kemal’in tüfek yine tutukluk yaptı, Ali saklanarak yanaşmıştı ona ve atıldı.
Kemal bu sırada tüfeğin tutukluk yapan mekanizmasını oynatıp açmaya çalışıyordu. Kemal, bunu başardığında ve tüfeği tam da Ali’ye doğrulttuğunda… Ali, üstüne çevrilecek olan namluyu tutup yukarı çevirdi, ve tüfeğin ucu dolunaylı geceye, binlerce yıldızla dolu olan huzurlu geceye çevrilmiş oldu, ve Kemal tetiğe dokunmuştu farkında olmadan, “ta ta ta ta ta!” sesi geldi, Kerim, düştüğü yerde vurulmuştu, Ali ve Kemal tüfeği kapma kavgasındaydı yüz yüze.
O sırada yamulmuş kapıdan kaçıp kurtulmak isteyen üç Alman da yere yıkıldı ala geyik sürüsü gibi.
Ali, berbat bir hisle bir sigara yaktı ve başını bara çevirdi, Necdet, uyuşuk hareketlerle yerden kalktı, masaya yanaştı, devrilen sandalyeyi düzeltip oturdu, sigara yaktı.

Ali, onun yanına gitti. Gülümsedi sevecen biçimde: “Elini sarmak lazım, kanıyor.”
Güldü: “Senin yanağın de fena çizilmiş, izi kalır sanırım. Ben sana onlar yamyam demiştim, onlar ütopya.”
Ali, ses etmedi. Sigarasından bir nefes çekti: “Çocuklar da ütopyaya kapılmış.”
“Almanlar nerde?”
“Ne bileyim.”
“Söyle neredeler?”
Güldü: “Bağ evine götüreceğim onları. Sen bunu boş ver de söyle, bu cesetleri nasıl açıklayacağız?”
“Onları vuran sensin, ben değilim ki.” Güldü.
“Ben seni vurursam?”
“Silah benim elimde.”

“O halde buradan sağ kurtulmak istiyorsan beni vurman gerekecek.
“Evet, kendimi de yaralayacağım.”

Üç Alman düştükleri yerde canlanmaya başladılar. Alman anne omzundan, büyük kızı bacağından, küçük kız ise sağ elinden yaralanmıştı.
Necdet, onların yanına gidip geldi.
Onlar iyi. Ciddi bir şey yok.
Kadınların yanına gidip eğildiğinde kırık tabağın yanındaki tabancasını gördü ve fark ettirmeden beline soktu tabancayı. Ortam karanlık, iki ışık yanıyor sadece. Loş. Esrarengiz bir mavi. Işık öyle renk saçıyor. Diğeri sarı.
Necdet, masaya geldi ve silahı ona doğrultu: “Alim, şimdi sana kaderini çizme şansı vereceğim, bu üç ütopyama ortak olur musun, sen bu dünyada en sevdiğim adamsın?
Ali, gülümsedi: “Hayır dersem?”
“Hayır dersen seni vuracağım mecbur; çünkü olup biteni açıklayacaksın, hatırım için asla yalan söylemezsin, namuslusundur.”

“Peki, ama olayı gören birileri olmuştur, ayrıca Malik gördü; anlattın.”
“Anlatmadım.”
“Anlattın. Sarhoşluktan hatırlamıyorsun.”
Ali yalan atmıştı. Onun ağzını aramıştı, bir çare arıyor, onu lafa tutuyordu. Onu ne kadar konuşturursa o kadar iyi olacaktı.
“Öyle olsa bile ne fark eder, zaten öleceksin.
Seni vurduktan sonra onu da buraya getirip vuracağım. Tek tanık o. Her neyse. Son sözünü söyle?”
“Biz senle ölümüne kardeşiz, keyfin istiyorsa vur beni.” O sihirli dostça bakışı attı.
Silah patladı.
İki el patladı.
Kerim, arkadan tabancayı ateşlemişti. Yaralıydı, ayakta zor duruyordu, karnından vurulmuştu.
Necdet, yere serildi. Ali, ona baktı, Necdet’in ağzından kan geliyordu. Necdet’in başı yana düştü. Ali, Necdet’in üzerine kapandı, annesini kaybetmiş gibi ağlıyordu.
Kerim yanaştı ve Necdet’in bir bacağına tekme attı, boştaki eliyle gözüne gelen kan ve ter damlalarını siliyordu yüzünü sıvazlayarak.
Ali, tabancayı onun elinden aldı ve
Ateş etti. Kerim başından vurulmuştu, hemen yere yıkılmıştı çam ağacı gibi, öldüğünü bile anlamamıştı.
“Biz kardeşiz, o beni öldürmeyecekti, kendi kafasına sıkacaktı, o beni öldürmezdi geri zekalı herif’”
Küçük kız dışarı çıkıp yerdeki pompalı tüfeği almış ateşlemek için çabalıyordu, Ali, ona sıktı, kız yere düştü ve Ali hemen diğerlerine yöneldi, kaçmaya çabalıyorlardı, büyük kızı sırtından ve anneyi de başının arkasından vurdu.
Ali Necdet’in yanına döndü ve bir sigara yaktı.
Ağlıyordu. “Biliyorum” diyordu Ali, “beni öldürmeyecektin!” Paramparçaydı kalbi, ağlıyordu hıçkırarak, “Keşke beni vursaydın.”
Malik, olay yerine gelmişti, cam kırıklarına basarak içeri girince ses çıkmıştı
“Neler oldu burada?!” Cesetleri görmüştü: “Aman Allah’ım!” Hayatında böyle bir manzara görmemişti, her yer ceset doluydu
“Geri çekil, yat yere yüzü üstü orospu çocuğu!” Silah çekmişti Malik.
“Ölmüş anama küfretme! Annemi çok severdim!”
“Ederim; sen orospu çocuğusun lan!”
Ali, yere yattı söylenerek. Necdet’ în düşürdüğü tabancayı fark etti. Malik, komiser Necdet yaşıyor mu diye bakacaktı. Ali, silahı kaptı ve ateşledi peş peşe.
Malik, sırtından ve başından defalarda vuruldu, yere yıkıldı.
“Neden geldin ki, am biti!? Bir tek sen eksiktin zaten’ Anneme ikinci kez küfretmesen seni öldürmeyecektim!”
Yerde tüten sigarasını aldı ve derin bir nefes çekti.
Şimdi bu olanları nasıl izah edecekti?
Kendini öldürmeyi düşündü; ama ölmek isteyen kim, yaşamak istiyordu. Kaçacaktı, ama bu yaştan sonra nasıl kaçardı, en iyisi kendini vurmaktı.
Ne yapıyorsun salak dedi bir ses.
Dönüp baktı. Konuşan necdetti, ayağa kalkmaya çabalıyordu.
Sen öldün ama! Sen hayalsin, hayal görüyorum!
Necdet, çelik yeleği çıkardı, bana bir sigara yak ver dedi, içmem lazım.
Necdet cebinden sigara paketini çıkarırken çok heyecanlıydı.
Necdet kadınlarla yolda ilerlerken durmuş, arcı kenara çekmiş, ne olur ne olmaz diye çelik yeleği çıkarıp giymişti araçtan.

Nasıl bir kurguyla bu olanları açıklayacaklardı, bunu konuşuyorlardı. Ali, tuvalete gitti.
Necdet geleni fark edip saklandı. Gelen kasabadaki bir camide imamlık yapan genç adamdı, uyku tutmamış deli gibi geziyordu ve barın kapısında dikilirken içerden Ali çıktı, onu fark etti, imamı tanımasa onu öldürürdü ama. İmam kaçtı.

Komiser Necdet evinin yolunu tuttu ve Ali de sıvıştı.
Necdet’in olayın içinde olduğunu kimse öğrenmedi, öğrenemedi, sabah ağrılar içinde uyandı evinde, yatağında. Ama emniyet güçleri Ali’nin peşine düştü, Ali iyi bir kurguyla bir şeyler anlattı ama deliller onun suçlu olduğunu gösteriyordu. Her ne kadar olay yerini tasarladıkları kurguya göre düzenleseler de… İmam, Ali’yi görmüştü. Ali, hapsi boyladı üç polisi öldürmekten.

Bu üç Alman anneleri önderliğinde uyuşturucu kuryesiydi, büyük para almışlardı ve yüz kilo esrar, yüz kilo kokain, on bin uyuşturucu hap vardı karavanda. Çok parasızdılar ve büyük para teklif edince çok iyi tanıdıkları ve güvendikleri bir Türk, hayır diyemedi anne, “sizden asla şüphelenmezler. Garip gariban ülke vatandaşları yakalanır; ama asla Almanlar uyuşturucu kuryesi olarak yakalanmaz, yapmazlar çünkü.
Birkaç şehir sonra belirli adrese gidecekler, paranın diğer kısmını alacaklardı. Eğer iki genç polis karavanda basit bir arama yapmış olsalar, düzgün gizlenmemiş uyuşturucu çuvallarını çok kolay bulabileceklerdi. Bir polisin en bilmesi gereken; her zaman dikkatli, araştırmacı, şüpheci olmaktır. Böyle söylenmişti onlara eğitimlerde, birçok suçlu polisin gevşekliği ve dikkatsizliği sayesinde paçayı kurtarır, polisin önünden geçip gider.

Karanlıkta karavana yaklaşan siyah minibüsten sıfır numara tıraşlı ve kolları dövmeli ufak tefek bir genç ve iri yarı dostu uyuşturucu dolu çuvalları aldı karavandan ve minibüse koydular. Sigara yakıp müzik açıp oradan uzaklaştılar, bu işte tek karlı olan onlardı. Öyle kahkahalı sohbetleri vardı. Öyle hızlı gidiyordu ki araç. Az sonra yan yoldan karayoluna çıkacak olan traktörle kafa kafaya çarpışacak, her ikisi de can verecekti.
Onları da takip eden rakip örgütün elemanı iki sivil polis, bagajdaki uyuşturucuları kendi araçlarına koyup gazladılar. İş çok kolay olmuştu. Gülüyorlardı. Patronlarını aradılar: “İşi hallettik patron, dönüyoruz!”
“Bu kadar çabuk mu?”
“Evet, iş bitti!” dedi şişman adam. Telefonu ceketinin cebine koyuyordu.
Şoför, aniden tabancasını çıkardı ve dostu şişman adamı başından vurdu. Çünkü onun polisle işbirliği yaptığına dair kuşkuları vardı. Olmasa bile bu malları bulduğu bir müşteriye satacak, parayı cebine indirecekti, artık patrona da uydururdu bir hikaye.

Başa Dön