Absürdlük Kalem Kutusunda - 4

sahnede topuklu pabuçlar.

yazı resim

Bazı günler saatlerce aynı noktaya odaklanır, ağzı yarım açık, hiç konuşmadan tırnaklarıyla oynardı Peymi. Her gün böyle teklemeler yaşatırdı hastalığı. İki ucu birbirinden cehennem kadar uzak bir ipin üzerinde duruyordu Peymi, ya bir ucundaydı ipin, ya diğer ucunda, böylece hiçbir zaman dengesini sağlayamıyor, ya küçücük bir sincap kadar atak, ya da yıllardır yerinden kalkmamış bir güve kadar bitkin oluyordu. Siyah saçlarının arasından beyaz teller görünüyordu. Her gün yesin diye aldığım dilimler halinde paketlenmiş üzümlü kekleri yemedikçe sinirim bozuluyor, kekleri suratına fırlatasım geliyor, sonra vazgeçip hepsini peyzaj tablolarının tıkadığı tuvalete depoluyordum. –peymi küçükken annesinden bitki özlü çay isteyince annesinin ona bitki özlü krem yedirdiğini anlatır, sonra masasına sıra sıra dizdiği kalemleri sivriltmeye koyulurdu.-

Vücudum titriyor. Damarlarımdan gelen bir basınç var sanki, dermisime, oradan epidermisime, tüm epital dokuma yayılan, tüm kaslarımı bembeyaz yapan, bedenimin tüm kontrolünü ele geçiren bir basınç. Kalbimden, damarlarıma, ellerime, dudaklarıma, göğüs kafesime, bileklerime yayılan bir titreme. Korku – ayçiçekleri – yağmur – asistoli – hipertansiyon – tümüyle huzursuzluk.

Seviyordu beni. Geceleri erkenden yatıp, günlerce uyumamı, kalp atışlarımı dinlemeyi, buz gibi olmuş sevimsiz ellerimi tutmayı, suratsızlığımı, sürekli kalem açmasına karışmamamı, hiç kızmamamı, ona sürekli kalemtıraş ve yemese bile üzümlü kek almamı seviyordu. Yaptığım hiçbir şeyin onu bensiz yaşayamayacak kadar çaresiz duruma düşürmeyeceğini bilmeyi unutmak için her gün kendimi hiç kapanmayan balkon penceresinden aşağı atmayı planlıyordum. Tabii, olmuyordu.

Olmuyordu. Ona zarar veremiyordum, kendine yeterince kötülük etmişti o mavi yüzlü şeytanla ve en sevdiğimiz beyaz nevresim takımını yırttığı için günlerce ağlayarak ve odadan hiç çıkmayarak; üstüne üstlük benim yapacağım bir kötülük, çocukluk, onu salıncaktan düşürmem, üzerine sahte örümcekler atmam, birasını çöpe dökmem, sabahın 5inde onu uyumaya zorlamam, veya bunun gibi şeyler iyi gelmeyecekti biliyordum, tüm bu nedenlerden dolayı, -Peymi’nin ölümüne rastlayan gündür- librmadison beni bulmuştu.

12 Nisan 1983: Ayva çiçeklerini sevmezdik. –mesela, oya gibi incecik yapraklı, altlarında piknik yapılır, göl kenarında, ayva ağaçlarının altında otururken göle taş atılır, sigara içilir, ama öpüşülmez, hava sıcak, güneş gözümü alıyor ama yine de üşüyorum, kafadan gelen bir üşüme, bir tür beyin hormonu salgılaması, çat pat konuştuğum Fransızca kelimelerle başım ağrıyor demek kadar zor, ne bileyim eros’un okuna tırmanmak, yerinden koparmak, yerlere kuru sakızlar atmak, balkondan aşağı, insanların üzerine gastrik asidini boşaltma eğilimi duymak, tüm bunlar, beynimin içinde dolaşan tüm bu gereksiz iki bacaklı, insani varlıklar, olgular, imajlar, küçük bir bardağa hayatımı doldurmak gibi, beyin kıvrımlarımda kendimle kovalamaca oynayıp, cezasını alnımın ortasına yediğim bir kurşunla ödemek, ölmek kısaca, bir söğüt ağacının altında, tercihen, nisan’da, kafamın içinde su kabarcıklarına benzer şişler varken.

Peymi öldüğünde, ben, işte, sorumsuz ben, eskisi gibi, yerleri temizleyen, ağlamayan şeytan, bir ayva ağacının altında karşımda duran iğrenç göle taşlar atıyordum, Peymi bir dilim ekmeğin üzerine reçel sürerken ki, tezer’den öğrendim demişti, haftalardır delirmiyordu, kafasının içindeki yaralar kabuk bağlamıştı, şişleri inmişti, avuç içlerindeki deriler kalkmış ama kabuk bağlamıştı, iyileşiyor demekti, dizleri artık eskisi gibi çürüklerle dolu değildi, ve elinde o ekmekle yüzüme bakarken –ki ben göle taş atıyordum, yüzüme baktığını görmemiştim, az da değil, yarım saat kadar bakmış yüzüme, ben toprağın içinde yassı taşlar ararken, sonra birden gözleri dolmuş, ama güçsüz, çok güçsüzmüş, güçsüzdü biliyordum, kilo vermişti, eskisi gibi canavarlaşamıyordu, küçük bir köpek kadar kızabiliyordu, kafasına vuracakken ıskalayıp ellerini boşa sallıyordu- son bir kez daha çığlıklar atamadan ve sonsuz acısını, -çünkü ben sorumsuz, bencil ve faşist bir orospuydum- içine gömerek, tüm şikayetlerini, kırıklarını ve yaralarını bir dilim reçelli ekmekle bana anlatmaya çalışırken, öldü.

Librmadison ’u bana hediye etti. Şişe açacaklarını, ahizesi kırık bir telefonu, tuvaletteki tavşan resimlerini, ciltleri kopmuş kitaplarını, golf takımını, ince parmaklarını yanında götürürken, içine sığmak istediği çekmeceyi, üzümlü keklerini, pey’le başlayan her şeyi, o küçük, kötü kokan, tablolarla dolu odayı, ağrıları, açtığı ve açacağım yaraları, ellerini, yumruklarını, şişmiş gözlerini, acısını –acısını, en çok o simsiyah şeyi- bana bıraktı. Ellerim kanıyor. Doktor gelsin diyeceğim ama Peymi telefonu götürdü. Peymi hayatımı götürdü. İki poundluk hüznüyle, o fahişeyi geride bıraktı.

Hoşça kal Peymi. Merhaba hastalık.

Başa Dön