12 Eylül,anayasa Tartışmaları ve 1960 - 1980 Dönemine Dair Bazı Değerlendirmeler

Ülkemizde halen 1982 anayasasının hangi maddelerinin değiştirilip hangi maddelerinin değiştirilmemesi gerektiği şeklinde beyhude bir tartışma sürmektedir. Gerçek anlamda 12 Eylül’den çıkışın sivil bir anayasa ile mümkün olabileceği birçok kesim tarafından bilindiği halde, böylesi bir girişime karşı soğuk bakılmakta, müstahkem mevkilerin kaybedilebileceği düşüncesi ağır basmaktadır. Bu durum göstermektedir ki anti-demokratik bir politik metin olan 1982 anayasası içselleştirilmiştir. Hedeflerinden biri de insanları siyasetten soğutmak olan 12 Eylül zihniyeti bu anlamda da başarılı olmuştur. Değişimin ve gelişimin ancak ve ancak insanların siyasal katılımıyla birlikte anlam kazanabileceği ve mümkün olabileceği çoktan unutulmuştur. Siyasal iktidarlar da insanların yönetiminin anti-demokratik anayasalarla daha kolay olduğunu çok iyi bildiklerinden seslerini çıkarmamaktadırlar. Kısa vadede darbe anayasasından kurtulmak mümkün gözükmemektedir. Fakat buna rağmen demokratik ve halkın katılımıyla oluşturulan bir anayasal sözleşmenin ülkemiz demokrasisi açısından elzem olduğu her fırsatta dillendirilmeli ve bu yolda gereken çaba harcanmalıdır.

yazı resimYZ

12 Eylül 1980 askeri darbesi Türkiye tarihinin en önemli toplumsal-politik travmalarından biridir. Bu hadisenin travma olarak adlandırılması gelişigüzel bir tanımlama değildir.1960 “ihtilal”iyle başlayan ve 1980 darbesiyle sona eren bir süreç söz konusudur. Belirli bir entelektüel çevrenin “ikinci cumhuriyet” olarak kavramsallaştırdığı bu dönemin Türkiye tarihinde özellik arz eden yönleri vardır. Yirmi yıllık bir zaman diliminde üç büyük askeri darbe gerçekleştirilmiş, siyasete doğrudan müdahale edilmiş, siyaset dışı olması gereken belirli kesimler siyasetin odağına yerleşmiştir. Yine bunun yanında 1960’lı yıllarda hızla yükselen sol hareket 12 Eylül’le birlikte acımasızca bastırılmıştır.1960 süreciyle birlikte ülkede “ithal ikame”ci iktisat politikaları uygulanmaya başlanmış, tam olarak hedeflerini gerçekleştiremese bile Türkiye’nin iktisadi anlamda belirli bir yere gelmesine neden olmuştur. İthal ikameci sanayileşme ile birlikte ülkede işçi sınıfı da vücut bulmuş ve demokratik siyasal zeminin oluşmasına çok önemli katkılarda bulunmuştur. Kemalizm’in sol yorumunun yanında Marksizm 1960 ve 1980 arasında hâkim siyasal düşünce olmuş ve entelektüellerin çok önemli bir bölümü bu düşünceyi benimsemiştir. Batılı anlamda sosyal yönü oldukça gelişkin bir siyasi yapı bu dönemde oluşmaya başlamıştır. Nitekim 1971 muhtırasını veren darbecilerin başındaki isim ”sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aştığı için müdahale etmek zorunda kaldık” diyebilmiştir. Sosyal gelişmenin ve insanların siyasete katılımının bir tür tehlike olarak görülmesi sadece ülkemize özgü bir durum olsa gerektir.

1960 ihtilalinden sonra Milli Birlik Komitesi 1924 Anayasası’nın yerine 1961 Anayasası’nı hazırlatmış ve kabul ettirmiştir.1961 Anayasası askeri darbe sonrası hazırlanan ve yürürlüğe giren bir toplumsal sözleşme olsa da, dönemin koşullarına göre oldukça ileri bir toplum tahayyülü ortaya koymaktaydı. Özellikle sol politik partilerin vücut bulmasına ve legal siyaset yapabilecekleri ortamın oluşmasına vesile olan bu durum oldukça önemlidir. Fakat siyasete asker ve bürokrasinin doğrudan ya da dolaylı olarak müdahalesine ortam hazırlaması hasebiyle anti-demokratik niteliği daha sonraki yıllarda daha iyi anlaşılmış ve mücadele verilmeden alınan haklar 12 Eylül’le birlikte kolayca geri alınabilmiştir. 1961 Anayasasının açmazı budur.

1965 seçimlerinde parlamentoya on beş milletvekiliyle giren ve siyasal muhalefetin nasıl olması gerektiğini adeta ders verircesine ortaya koyan Türkiye İşçi Partisi gibi bir politik odak 1961 Anayasası’nın ürünüdür.1968 öğrenci hareketlerinin de oluşumuna ortam hazırlayan bu siyasal atmosfer 1971 muhtırası sonrasında kısmi bir gerileme yaşamıştır. Fakat kısa zamanda tekrar siyasete kanalize olan toplumsal kesimler 1973 seçimlerinde Bülent Ecevit önderliğinde sol kesimi iktidara taşımıştır.1977 seçimlerinde de çoğunluğu sağlayan ve iktidara gelen Ecevit, özellikle sosyalist grupların taleplerini ve siyaset yapma biçimlerini oldukça katı bularak onları yalnızlaştırarak sağ politik odakların ekmeğine yağ sürmüştür.1970’li yılların sol gruplar açısından en önemli handikap’ının Ecevit gibi kendini ortanın solunda(aslında sağcı bir düşünüş biçimi) gören bir politik lidere sahip oluşudur. Emekçi kesimleri siyasete kanalize edip onların istek ve taleplerini meşrulaştırıp arkasına alarak sağ karşısında daha güçlü mücadele edebileceği halde, onları Moskova yanlısı diyerek dışlayan Ecevit sol açısından hayal kırıklığından başka bir şey değildir.

1970’lerin sonuna doğru ülkede terör estiren aşırı sağcı odaklar, Milliyetçi Cephe’nin de hükümet olmasıyla sol hareketi kanlı bir biçimde bastırmaya ve sokak çatışmalarıyla sindirmeye çalıştılar. Sağ terörü önleyeceği ya da önlemesi gerektiği halde, ülkenin sokak çatışmalarıyla kaosa sürüklendiğini bahane eden askeri güçler ABD’nin de onayını ve

desteğini alarak 12 Eylül 1980’de iktidarı ele geçirdiler. Tam bir faşist cuntayı andıran ve 12 Eylül’ü gerçekleştiren generaller solu hedef alarak büyük bir kıyıma giriştiler. Nihai amaçları 12 Eylül’e gelen sürecin sorumlusu olarak gördükleri solu siyaset sahnesinden ve toplumsal hafızadan silmek olan bu kesimin amacına büyük ölçüde ulaştığı söylenebilir.

12 Eylül’den sonra solu tasfiye etmeyi hedefleyen ve bunu acımasızca gerçekleştiren generaller, solun yerine yeni bir siyasal aktör koymayı amaçladılar. Milliyetçi-muhafazakâr kesimi ön plana çıkararak, Türk-İslam sentezini “yeni” Türkiye’nin hâkim siyasal düşüncesi olarak öne sürdüler. Ülkede sol düşünceyi tamamen bertaraf ederken İslamcı düşünceyi bunun yerine ikame ettiler. Demokrasinin her türden siyasi görüşün serbest bir biçimde kitlelerle buluşması ve meşru yollarla iktidarı hedeflemesi olduğunu hiçbir zaman kavrayamayan darbeci ve sağcı zihniyet Türkiye’nin geleceğini ipotek altına almıştır. Tabii bu durumun sebepleri arasında soğuk savaşın olumsuz etkilerini de göz ardı etmemek gerekir. Fakat Cumhuriyet kurulduğu tarihten itibaren sol düşünceye karşı tavır almış hedeflediği “muasır medeniyet seviyesi”ni soldan yoksun olarak gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bunun nafile bir çaba olduğu ancak aklıselim insanlar tarafından anlaşılabilmiştir.

12 Eylül 1980 darbesi, sosyal, siyasal, edebi ve her türlü insani gelişmişlik anlamında büyük bir insan kaynağının heba edilmesine sebep olmuştur. İnsanlar idam edilmiş, hapislerde suçunu bile bilmeden yıllarca yatırılmış, fişlenmiş, işkencelerden geçmiş, hapisten bir biçimde çıkabilen insanlar mülteci olarak çeşitli ülkelere sığınmışlardır. Üzerinden otuz yıl gibi uzun bir zaman geçmesine rağmen hala 12 Eylül’le hesaplaşılamamış, darbeciler adalet önüne çıkarılamamıştır. Dünya’nın değişik yerlerinde darbeciler adalet önünde hesap vermişler ve gerçek bir demokrasinin önü ancak o zaman açılabilmiştir.

Ülkemizde halen 1982 anayasasının hangi maddelerinin değiştirilip hangi maddelerinin değiştirilmemesi gerektiği şeklinde beyhude bir tartışma sürmektedir. Gerçek anlamda 12 Eylül’den çıkışın sivil bir anayasa ile mümkün olabileceği birçok kesim tarafından bilindiği halde, böylesi bir girişime karşı soğuk bakılmakta, müstahkem mevkilerin kaybedilebileceği düşüncesi ağır basmaktadır. Bu durum göstermektedir ki anti-demokratik bir politik metin olan 1982 anayasası içselleştirilmiştir. Hedeflerinden biri de insanları siyasetten soğutmak olan 12 Eylül zihniyeti bu anlamda da başarılı olmuştur. Değişimin ve gelişimin ancak ve ancak insanların siyasal katılımıyla birlikte anlam kazanabileceği ve mümkün olabileceği çoktan unutulmuştur. Siyasal iktidarlar da insanların yönetiminin anti-demokratik anayasalarla daha kolay olduğunu çok iyi bildiklerinden seslerini çıkarmamaktadırlar. Kısa vadede darbe anayasasından kurtulmak mümkün gözükmemektedir. Fakat buna rağmen demokratik ve halkın katılımıyla oluşturulan bir anayasal sözleşmenin ülkemiz demokrasisi açısından elzem olduğu her fırsatta dillendirilmeli ve bu yolda gereken çaba harcanmalıdır.

Başa Dön